Zümrüdüanka- Mahmud FERSSCİYAN
Tevrat’tan İslamî kaynaklara geçtiğine göre insanlar, Nuh tufanından kurtulan Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes neslinden gelmişlerdir. Buna göre Araplar, Sam soyundan gelmektedir. Akkadlar, Asurlular, İbraniler, Kenanlılar, Aramiler, Nebatlılar, Habeşliler ve Sebalıların da yer aldığı bu topluluklara “Sami Kavimler” ve bu kavimlerin konuştukları dillere de “Sami Dilleri” denilmektedir. Bu diller, bu kavimlerin yerleştikleri bölgelere göre değişiklik gösterse de, başlangıçta tek bir dil yani “Samice/Semitic” olduğu belirtilmektedir. Arapların da mensup oldukları Sami dilleri konuşan kavimlerin ana anavatanlarının, Arap yarımadası olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. “Arap” kelimesinin kökeni üzerinde ihtilaf vardır. Bu kelime, ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın, Suriye’de hüküm süren küçük devletlerin M.Ö. 853 yılındaki isyanlarının bastırılmasından bahseden kitabesinde geçmektedir. Kimilerine göre “batı” anlamına gelen ve Sami kökten türeyen Arap kelimesi, ilk önce Mezopotamyalılar tarafından Fırat’ın batısında oturanlar için kullanılmıştır. Arap kelimesinin, “kara ülkesi” veya “step” anlamına gelen İbranice “arabh” ya da göçebelerin hayatını ifade eden “erebh” kelimesiyle bağlantılı olduğu da ileri sürülmüştür. Hatta bu kelimenin “çöl” ile “çölde yaşayan kimse” anlamına geldiğini ileri sürenler de olmuştur. Araplar, Sami dilleri ailesindendir.
Sami dilleri:
I. Doğu Diller: Temelini Akkadcanın oluşturduğu bu dile ait belgeler, M.Ö. 3000 yılına aittir. Babil ve Asur dilleri, Akkadcanın iki koludur.
II. Batı Sami Diller: a. Kuzeybatı Sami Diller: Bu dil, Kenan ve Aram dilleri olarak iki ana kola ayrılır. b. Güneybatı Sami Diller: İki ana kolu vardır. 1. Habeşçe: Sebe yazısıyla yazılmış Habeşçenin en eski kitabesi, M.Ö. IV. yüzyıla aittir. 2. Arapça: Bu dil, Güney ve Kuzey Arapçası olarak ikiye ayrılır. Bugünkü Arapçanın temelini Kuzey Arapçası oluşturmaktadır.
Bugün bir milyona yakın insan tarafından kullanılan Arapçanın tarihi, gelişme ve yayılma safhaları şu şekildedir:
1. Eski Arapça,
2. Klasik Arapça,
3. Orta Arapça,
4. Modern Arapça,
5. Mahalli Lehçeler.
Arap ve Fars Edebiyatları VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı Sami dillerinin, tarihî olarak en yenisi olarak ortaya çıkan Arap yazısının kökeni, henüz tam olarak bilinmemektedir.Ancak Arap yazısının Hicaz’ın dışında ortaya çıkıp daha sonra Hicaz’a intikal ettiği görüşü yaygınlık kazanmıştır. Arap yazısının gelişmesinde ve yayılmasında en büyük iki etkenden biri Kur’ân-ı Kerîm’in yazıya geçirilmesi, diğeri de İslam dininin çok kısa süre içerisinde Arap yarımadasının dışına çıkmasıdır. Tevrat’ın Tekvin onuncu bölümünde, iki ayrı koldan gelip Arabistan’a yerleşen Sam oğullarının kuzey ve güney kavimlerini meydana getirdiği belirtilmektedir. Bundan dolayı Araplar, tarihî olarak iki kısma ayrılmaktadır:
1. el-Arabu’l-Bâide: Önceleri Arap yarımadasında yaşayan, ancak zamanla yok olan Araplardır. Kur’ân-ı Kerîm, eski Arap şiiri ve çeşitli eski metinler aracılığıyla bunlar hakkında bilgi edinilmektedir. Ad, Semud, Tasm, Cedis, Medyen, Curhum, Vebar ve Hadura bu grubu temsil eden başlıca Arap kollarıdır.
2. el-Arabu’l-Bâkiyye: Soyları devam eden Araplar olup bunlar da iki kola ayrılmaktadır: a. el-Arabu’l-Aribe: Bunlar, soyları Hz. Nuh’un oğlu Sam’dan gelen Kahtan b. Abir’e dayanan gerçek Araplardır. Anavatanları Yemen olup Kahtaniler diye anılmaktadırlar. Ezd, Evs, Hazrec, Huza’a, Tayy ve Kinde bu gruba giren kabilelerdendir. b. elArabu’l-Musta’ribe: Sonradan Araplaşmış olanlardır. Soyları Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail soyundan Adnan’a dayandığı için Adnaniler, İsmaililer, Nizariler ya da Adnan’ın oğlu Me’add’a ulaştığı için Me’addiler olarak adlandırılmıştır. Başlıca kabileleri Rebi’a, Mudar, Gatafan, Kinane ve Kureyş’tir. İslamiyet’ten önce Güney Arabistan’da birbirinin devamı olan üç büyük devlet kurulmuştur. Bunlar sırasıyla Ma’in (Mina) Devleti (yıkılışı M.Ö. 750-650), Sebeliler Devleti (yıkılışı M.S. II. yüzyıl) ve Himyeriler Devleti’dir. Kuzey Arabistan’da ise Nebatiler (yıkılışı M.S. 106), Palmirliler/Tedmurlular (yıkılışı M.S. 273), Gassaniler (yıkılışı M.S. 613), Hireliler/Lahmiler (yıkılışı M.S. 633) ve Kindeliler (yıkılışı 6. yüzyılın sonlarına doğru) hüküm sürmüşlerdir.
ARAP EDEBİYATI
Arap edebiyatı, elde bulunan en eski örneklere göre manzum ve mensur olmak üzere iki koldan gelişmiştir. Bunlardan şiirin nasıl ortaya çıktığı ve bu iki tür arasında nasıl bir bağlantı olduğu düşüncesi, hâlâ günümüz araştırmacılarının cevaplamaya çalıştığı bir sorudur. Bu konuda araştırma yapanların bir kısmı Arap şiirinin düz nesir, akabinde bunun daha olgun hali olan secili nesir, recez ve kaside aşamalarından geçerek oluştuğu görüşünde birleşmişlerdir. Şiirin nesirden daha eski olduğunu ileri süren bazı araştırmacılar ise, şiirle musiki arasında bir bağ kurup şiir ve nesrin birbirlerinden ayrı birer tür olarak ortaya çıkıp geliştiklerini belirtmişlerdir. İslamiyet’ten önce Arapların hem büyük bir şiir birikimine sahip oldukları hem de var olan bu şiirlerinin dil, üslup nazım tekniği gibi özellikleri bakımından uzun bir geçmişe ve sanat geleneğine dayandığı görülmektedir. Nitekim Cahiliye döneminde örnekleri görülen kasidelerin belli esaslara tabi olmaları, aynı başlangıca sahip bulunmaları, klişeleşmiş tasvir unsurlarıyla benzer ifade tarzını içermeleri, konu ve tema seçiminde uyulması zorunlu bir geleneğin yerleşmiş olması gibi özellikler, Arap şiirinin uzun bir gelişme dönemi geçirdiğini teyit etmektedir. Arap edebiyatından bahseden klasik döneme ait eserlerde, birbirini takip eden devirler ve nesiller göz önüne alınarak, şairler çeşitli gruplara ayırmışlardır.
Tabakalara bölünen ana gruplar şunlardır:
1. Cahiliyyun: Cahiliye devri, yani İslamiyet’ten önceki devir şairleri; İmru’u’l-Kays (öl. 540) ve el-A’sa (öl. 629) gibi.
2. Muhadramun: Yaşamlarının bir kısmını Cahiliye, bir kısmını İslamî devirde geçirmiş olanlar; Lebid (öl. 665) ve Hassan b. Sabit (öl. 674) gibi.
3. İslamiyyun: İslamî devrin ilk şairleri olup bunlar Sadru’l-İslâm ve Emeviler döneminde yaşamışlardır; Cerir (öl. 732) ve Ferezdak (öl. 733) gibi.
4. Muhdesun veya Müvelledun: Şehirli veya yeni şairler olup İslamî şairlerden sonra yaşamışlardır; Beşşar b. Burd (öl. Ebu Nuvas (öl. 814) gibi.
5. Asriyyun: Müellislerin kendi zamanlarında yaşayan şairler. İlk üç grupta belirtilen şairler, Arapçanın kelime hazinesi ile gramer kaidelerinin tespitinde şiirleri esas alınan, dil ve edebiyat âlimlerinin ise şiirlerini şahit olarak kullandıkları “kudemâ” (kadimler, eskiler) olarak isimlendirilen şairlerdir.
Arap edebiyatı, geçirdiği devrelere göre altı gruba ayrılmıştır.
Bunlar şunlardır:
Cahiliye Dönemi:
Arap edebiyatına ait tespit edilen en eski şiirler, İslam öncesi Cahiliye dönemine aittir. Bu dönemde büyük öneme sahip olan şairler, herkesin üstünde bir itibara sahiptiler. Şaire ait sihirli sözler olarak algılanan şiir de, bu devir toplumsal hayatında büyük etkiye sahip olmuştur. Böylece şiir, gelişmesi için uygun bir ortama kavuşmuş, kendisini destekleyip teşvik eden ve toplumun ortak sesi ve dili haline gelmesini sağlayan çevrelerle de buluşmuştur. Bu dönemin en seçkin edebî ürünleri, Mu’allakat diye bilinen kasidelerdir. Bu kasidelerin her biri, başta Ukaz olmak üzere kurulan panayırlarda her yıl düzenlenen şiir yarışmalarında ödül kazanmış, mısır keten bezinden yapılmış tomarlara altın harerle yazılarak Kâbe’nin duvarına asılmıştır. Bu şiirler, dönemin sosyal hayatını ve şairlerin yaşadığı çevrenin doğal özelliklerini, adeta canlı tablolar halinde sunmaktadır.
Daha çok “Mu’allakatu’s-seb’a/yedi askı” diye tanınan şiirlerin şairleri şunlardr: İmru’u’l-Kays (500- 540?), Zuheyr b. Ebi Sulma (502-609), Tarafa b. Abd (543-569), Lebid b. Rebi’a (öl. 661), Amr b. Kulsum (öl. 600), Antera b. Şeddad (öl. 525-608) ve Haris b. Hillize. Mu’allakat hakkında bilgi veriniz? İslamî Dönem: Hz. Muhammed’e 610 yılında inmeye başlayan Kur’an ayetleriyle, Arap edebiyatında yeni bir döneme girilmiştir. Arap şiirinde, bir taraan Cahiliye dönemine ait duygu, düşünce ve değerler terk edilirken, diğer taraan yeni anlamlar ve duyulmamış kavramlar görülmeye başlamıştır. Böylece şiir, ivme kazanıp güçlenirken, Cahiliye şiirinin sanat anlayışı rağbetten düşmüştür. Şiir, İslam’ın başlangıcından itibaren kendi söylem ve muhtevasını oluşturmuş, Cahiliye şiirinde yer alan olumlu cahiliye değerleri, İslamî değerlere doğru anlam dönüşümüne uğrayıp kendi sanat değerini ortaya koymuştur. Böylece bazı araştırmacıların söylediğinin aksine şiir, durmayıp gelişimini yeni bir mecraya girerek devam ettirmiş ve yeni bir mevki kazanmıştır. Bu şiir yapılanmasının ruhuna ters düştüğü için gazel terk edilmiştir. Yine Cahiliye şiirinin temeli olarak öne çıkan ve kasidenin asıl amaçlarından biri olan övme, övülme, yergi gibi şiirlere taşıdıkları muhtevadan dolayı rağbet gösterilmemiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadisin kaynaklık ettiği bu dönem edebiyatında dinî konular öne çıkmış ve ayet iktibaslarıyla şiir desteklenmiştir. Ayrıca Kur’an’da yer alan değerler ve onun getirdiği kardeşlik, sevgi, fedakârlık, Allah uğruna cihat, kötülüklerle mücadele gibi konular şiirlerde yer almaya başlamıştır. Hz. Peygamber’i, düşmanlarının hücumlarına karşı şiirleriyle savunan, İslam’ın ve Hz. Peygamber’in şairi diye tanınan Hassan b. Sabit, Hz. Peygamber hakkında söylediği ve “kasîdetü’l-bürde” olarak bilinen şiirin sahibi Ka’b b. Zuheyr (öl. 662), mersiye türünün en duygulu örneklerini veren, şiirlerinin büyük bir kısmını Cahiliye döneminde yazan ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini savunan Lebid b. Rebi’a (öl. 661) ve Hutay’a (öl. 650?) dönemin tanınmış şairlerindendir. Emeviler Dönemi: Muaviye’nin 661 yılında Şam’da hilafete geçmesiyle başlayıp 750’de Abbasilerin idareye geçmesine kadar devam eden bu dönem, siyasî, sosyal ve edebî alanlarda değişimin başlangıcı sayılmıştır. Çöl şehirle birleşmiş, halkın refah seviyesi yükselmiş, devletin egemenlik alanları genişlemiş ve Araplar ele geçirdikleri topraklarda diğer milletlerle birlikte yaşamaya başlamıştır.
Mu’allakat: Cahiliye döneminde, şairin en güzel şiiri olarak kabul edilen, yedi veya on şaire ait kasidelerden meydana gelen şiir koleksiyonu.
İktibas: Şiirde ayet veya hadislerin lafız olarak kullanılması. Arap olmayan diğer topluluklar vasıtasıyla Arap şiirine önceki kültür ve medeniyetlerden yeni meumlar girdiği için, edebî hayatın çehresi değişmeye başlamıştır. Emevi döneminde kabileler arasındaki sürtüşmeler, şairlerin maddi yönden desteklemeleri ve halifelerin şiire önem vermeleri, şiirin gelişmesine sebep olmuştur. Siyasî olaylarda gruplar tarafından araç olarak kullanılan şiir, bu dönemde zirveye ulaşmıştır. Bu tarz şiir, siyasî çalkantıların yoğun olduğu özellikle Irak ve Suriye bölgesinde gelişmiş, zamanla ülkenin tüm yörelerine yayılmıştır. Siyasî şiirin metot ve üslubu, Cahiliye dönemi şiirinin üslubuna benzer. Ancak kasidenin temel konuları olan övgü, yergi, övünme ve mersiye; Emevi, Harici, Şii ve Zübeyri şairlerin elinde siyasî içerik kazanarak siyasallaşmıştır.
Nakaiz: Bu dönemde gelişip kısmen siyasî özellik taşıyan bir şiir türü olan “nakaiz”de, genellikle şahsi ve kabile anlaşmazlıkları dile getirilmiştir. Cerir (öl. 728), Ferezdak (öl. 732) ve Ahtal (öl. 710) bu tarz şiirin öncülüğünü yapmışlardır. Ayrıca kasidenin bir bölümü olan gazel, Emeviler döneminde büyük bir gelişme gösterip müstakil bir tür olmuş ve iki koldan ilerleme göstermiştir. Hicaz bölgesinde, özellikle Mekke ve Medine’de, şehir hayatının zevke bağlı maddi aşk ve duygular dünyasını şuh bir ifade ile tasvir eden, hayatı seven “gazelü’l-hadarî” veya “gazelü’l-hissî” olarak adlandırılan aşk şiirleri gelişmeye başlamıştır. Bu şiir türünün kurucusu Ömer b. Ebi Rebi’a (öl. 719)’dır. Ayrıca Hicaz çöllerinde bedevi bir hayat yaşayan göçebe kabileler arasında da temiz ve ulvi aşk duyguları dile getirilmiştir. Adını Benî Uzra kabilesinden alan ve “gazelü’l-uzrî” diye adlandırılan bir şiir türü de gelişmiştir. Cemil b. Ma’mer (öl. 701)’in öncüsü olduğu bu şiir türünün en tanınmış şairi, Mecnun lakabıyla tanınan Kays b. Mülevvah (öl. 689)’tır.
Endülüs Dönemi:
Endülüs, 711 yılında Emeviler devrinde fethedilmiş, Emevi devletinin 750’de yıkılmasından sonra, 756 yılında başkenti Kurtuba olan Endülüs Emevi devleti kurulmuş ve 1492 yılında bu devlet yıkılmıştır. Bu dönem şiiri, başlangıçta Cahiliye ve Emevi geleneksel Arap şiirinin bir taklidi olup Endülüs’e ait hiçbir iz taşımazken, Emirlikler döneminde (756-929) Endülüs şiirini oluşturma yolunda ilk önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde, ya klasik Arap şiiri tarzında şiirler yazılmış ya da Endülüs’e has özellikleri barındıran yeni şiirler kaleme alınmıştır. İlk gruptaki şairler, gelenekçi olup yenilik peşinde olmamışlar, klasik şiirin konuları olan övünme, övgü, hamaset ve yergi gibi konuları işlemişlerdir. Ebu’l-muhaşşa Asım b. Zeyd, Abbas b. Nasih (öl. 853), Abdullah b. Şemr (öl. 840), Abdulmelik b. Habib (ö. 853) ve kadın şairlerden Hassane Teymiyye (öl. 885) bu tarz şairlerdir. İkinci guruptaki Endülüslü şairler ise, muhdes yani yeni şiir tarzının ortaya çıkmasına zemin hazırlamışlardır. Bunlar önce şiirin konularında daha sonra da üslubunda yenilikler oluşturmuşlardır. Ramadî (öl. 1012), Yahya b. Hakem (öl. 864) ve İsmail b. Bedr (öl. 962) ise bu tip şairlerdendir. Endülüs şiiri, estetik yapısının en olgun noktasına, rağbet görüp büyük bir gelişme gösterdiği hilafet döneminde (756-1031) ulaşmıştır. Bu dönemde klasik ve muhdes şiir ekolünün yanında, klasik ve muhdes şiirin sentezi olup neo-klasik diye isimlendirilen yeni bir şiir tarzı oluşmuştur. Bu şiirde, bir taraan eski Arap şiirinin doğal yapısı benimsendiği için gelenekçilik, diğer taraan şiirin anlam, biçim, üslup ve estetiğinde yenilik benimsendiği için yenilikçilik görülmektedir. Ebu Osman Müsenna (öl. 886), Ebu’l-yusr eş-Şeybanî (öl. 910) ve İbn Abdirabbih (öl. 940) bu gruba giren şairlerdir. Bu dönemde klasik Arap kasidesinden veya İspanyol halk şarkı ve şiirlerinden etkilenerek “muvaşşahat” adı verilen ve bestelenmek için yazılan bir şiir türüyle de karşılaşılmaktadır. Emir Abdullah b. Muhammed (öl. 912), Muhammed b. Mahmud el-Kabrî edDarir, İbn Abdirabbih ve Ubade b. Ma’is –Semâ (öl. 1031) muvaşşah söyleyen şairlerden bazılarıdır.
Abbasi Dönemi:
750 yılında Şam’da Emevilerin yıkılışı ve Küfe’de Abbasi devletinin kuruluşu ile başlayan bu dönem, 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından fethedilmesiyle son bulur. Bu dönemde her alanda olduğu gibi ilmî ve edebî alanlarda da büyük atılımlar olmuştur. Hilafet merkezi olan Bağdat’a, farklı yerlerden bazı şairler ile fetihlerde tutsak alınan ve mevali olarak isimlendirilen Fars, Türk vb. unsurlar gelmişlerdir. Mevali olarak anılan bu unsurların çocukları ile torunları, Abbasi edebiyatına büyük katkı vermişlerdir. Abbasi döneminde, Emevi devrinde ağırlıklı olarak işlenen Arap düşüncesi yerine, çeşitli unsurlardan oluşan yeni toplumun ruhu yansıtılmıştır. Çölden şehre, sahralardan bahçelere, sessiz ve sakin Arap yaşantısından şehrin eğlenceli hayatına geçen şiir, yeni toplumun zevkini yansıtmaya başlamıştır. Bu yeni oluşum, şiirin şekil, içerik ve üslubu üzerinde de etkili olmuştur. Nitekim şairler şiirlerine, daha önce dile getirilen Arap duygu ve düşüncesinin yerine, çeşitli uluslardan oluşan yeni toplumun ruhunu yansıtmışlardır. Bu dönemde çoğalan Arap asıllı olmayan şairler, Arap şairlerle rekabete girişmişlerdir. Hatta bu şairlerin, köken olarak çoğunun anne ve babasından birinin Arap olmaması ve işledikleri şiir konularının Cahiliye ve Emevi dönemlerine nispetle yeni olup Arap duygusunu taşımaması, onların “müvelled” ve “muhdes” olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Büyük bir kısmını Farsların oluşturduğu bu şairler, Abbasi şiirine yeni bir şiir anlayışı getirmişlerdir. Halife Mutasım (833-842)’ın saray kapılarını Türklere açmasıyla üçüncü bir unsur olan Türkler, toplumsal etkinliklerini artırıp, Abbasi edebiyatının gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır. I. Abbasi çağında (750-847) daha çok Arap ve Fars kültürü etkiliyken, II. Abbasi döneminde (847-945) bu iki kültüre Türk kültürü de eklenmiştir. Özellikle kültür ve medeniyetin olgunlaşmasında Türk asıllı unsurların büyük katkısı olmuştur. Bunların başında, ilk cihat kitabı olan Kitâbu’l-cihâd ile kırk hadisin toplandığı Kitâbu’l-erba’în’i yazan Abdullah b. Mübarek et-Türkî (öl. 797) gelmektedir. İbn Mübarek, aynı zamanda tasavvuf alanında dönemin büyük şairlerinden biri olarak da kabul edilmektedir. Türk asıllı şair ve kâtiplerin en ünlülerinden olan İbrahim es-Sulî (öl. 857), şair Ebubekr es-Sulî’nin dedesidir. Dönem şairlerinin güçlü bir şair olduğunda birleştikleri İbrahim es-Sulî’nin şiirleri; akıcı, etkileyici ve mana yüklü olup zevk ve neşe ile doludur. Tanınmış Türk şair ve bilginlerden biri de, geniş kültür hazinesine sahip olup saray çevresinde Arap edebiyatındaki güçlü yeteneği ve bilgisiyle tanınan Ebubekr es-Sulî (öl. 947)’dir. Divan sahibi olup tarih, edebiyat ve edebiyat tarihi üzerinde yazdığı eserlerle büyük bir şöhret kazanan es-Sulî, daha çok övgü şiirleri yazmıştır. Muhdes şairlerin başında gelip övgü ve yergilerinin yanında gazelleriyle de şöhret bulan Beşşar b. Burd (öl. 785); yeni şiirin hem kurucusu hem de en önemli temsilcisi olan, şarap ve erkek çocuklarına şiir söyleme geleneğini başlatan ve Arap edebiyatında “şarap şairi” olarak tanınan Ebu Nuvas (öl. 813); Kitâbu’l-hamâsa eseriyle tanınan Ebu Temmam (öl. 846); Peygamberlik iddiasında bulunduğu için Mütenebbî lakabını alan el-Mütenebbî (öl. 965); hem filozof hem de şair olup Risâletü’l-gufrân adındaki eseriyle tanınan Ebu’lAlâ el-Ma’arrî (öl. 1057); aslen Rum olup şiirlerinde anlatım güzelliğine önem veren ve kasidetü’ş-şatranç (satranç kasidesi) ile tanınan İbnu’r-Rumî (öl. 896); aşk, şarap ve tasvir şiirleriyle şöhret olan Mu’tî b. İyas (öl. 785); lirik gazelleriyle tanınan Abbas b. Ahnef; tasvir şiirleriyle tanınan İbnu’l-Mutez (öl. 908); Arap edebiyatında ilk filozof şair olarak kabul edilen ve “züht şairi” olarak bilinen Ebu’l-Atahiyye (öl. 825); Arap edebiyatında tasavvuf cereyanının öncüsü Hallac-ı Mansur ve “kasîde-yi tâiyye”siyle sufiler arasında büyük bir şöhrete sahip olan Ömer İbn Fariz (öl. 1235) Abbasî döneminin önemli şairlerindendir.
Duraklama Dönemi:
Abbasi devletinin, 1258 yılındaki Moğol istilasıyla ortadan kalkması, genelde İslam medeniyeti, özelde Arap edebiyatı için bir dönüm noktası olmuştur. Özellikle Arap edebiyatı Bağdat’tan Mısır bölgesine taşınarak yeni bir muhit içinde gelişmesini sürdürme imkânı bulmuştur. Duraklama döneminin birinci devresini teşkil eden bu dönem, daha çok Memlûklar dönemi olarak bilinmektedir. Arap olmayan sultanlar tarafından fazla itibar görmeyen şiir, halk arasında yayılarak halk ağzının egemen olduğu halk şiiri forumlarının yaygınlaşmasına neden olmuştur. Klasik şiir türleri varlığını devam ettirmiş, didaktik şiir altın çağını yaşamış, yıkılan ve yanan şehirlere yakılan ağıtlar artmıştır. Tarih düşürme şiirleri, yeni türler olarak yaygınlaşmıştır. Dini hayatın etkisiyle bedi’iyyat türü şiirler, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde dil ve sözlük alanında önemli çalışmalar yapılmıştır. İbn Manzur (öl. 1311) ünlü eseri Lisânü’l-Arab’ı, tanınmış dilci Firuzabadî (öl. 1414) de Kâmûsu’l-muhît’i bu dönemde yazmıştır. Vefeyâtü’l-ayân’ın yazarı İbn Hallikan; Mukaddime yazarı ve sosyoloji ilminin kurucusu İbn Haldun; ünlü din bilgini Celaleddin Süyutî; Subhu’l-a’şâ’nın yazarı el-Kalkaşandî ve Kasîde-i Bürde’nin yazarı İmam Busurî bu dönemde yaşamışlardır. Duraklama döneminin ikinci devresini, Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fethiyle başlayıp Mısır’ın fiilen elden çıktığı 1802 yılına kadar devam eden Osmanlı dönemi teşkil eder. Coğrafî bölge olarak Mısır, Hicaz, Suriye (Şam) ve Lübnan’ı kapsayan ve geçmiş dönemlerin bir devamı olan bu dönem, modern dönem için bir alt yapı oluşturmuştur. Osmanlı döneminde Türkler, Arap dili ve edebiyatına büyük katkılar vermiştir. Nitekim Türkler, Arap hat sanatına (Ahmed Karahisarî, Hafız Osman, Mehmed Esad Yesarî), Arap gramerine (Kemal Paşazade, Taşköprülü Ahmet Efendi, Birgili Mehmed Efendi), Arap belagatine (Mehmed Ayşî Efendi, Vahyizade Mehmed Efendi, Amasyalı Hızır b. Mehmed), biyografik-bibliyografik eserlerin kaleme alınmasına (Taşköprülü İsamüddin Ahmed Efendi, Kâtib Çelebi) dair pek çok eserler yazmışlardır. Ayrıca Şeyhülislam Ebu’ssuud Efendi, Molla Fenarî, Hoca Sadeddin, Bağdatlı Fuzulî gibi isimler, Arapça yazdıkları eserlerle Arap bilim, kültür ve edebiyatına katkı sağlamışlardır. Osmanlı döneminde Arap şiirindeki geleneksel türler geçmiş dönemin izlerini taşırken, dinî edebiyatın türleri hem miktar hem nitelik bakımından büyük bir gelişme göstermiştir.
Modern Dönem:
Oluşumunda siyasî, sosyal ve kültürel gelişmelerin büyük rol oynadığı bu dönem, XIX yüzyıl ile başlamaktadır. Bu dönem Arap şiiri, Batı şiiri ve Batı edebiyat akımlarından etkilenmiştir. Bu dönemde şiir; biçim, içerik ve üslup yönünden gelişmiş geleneksel Arap şiirinin arka planını oluşturan kültürel mirasla bağını kesmiş gibidir. Bu da modern edebiyatçılar ve şairler arasında eski-yeni kavgasının başlamasına neden olmuştur. Arap şiirinin işlevsel olarak modernleşme sürecine girmesi, XX. yüzyılın başlarına doğru Mısır’da Mahmud Sami el-Barudî’nin yanında Suriyeli ve Lübnanlı Hıristiyan Arapların başlattıkları edebî etkinlikler sonucu olmuştur. Cubran Halil Cubran (1883-1931), Emin er-Reyhanî (1876-1940), İliyya Ebu Madî (1894-1957), Mihail Nu’ayme (1889-1988) ve daha pek çok yazar ve şair, Batılı yazar ve şairlerden etkilenerek Arap şiiri alanında modern anlamda ilk yenilikleri gerçekleştiren şairlerdir. Avrupa romantizmi ve sembolizm akımı Arap şiirinde kullanılmıştır. Modern anlamda ilk romantik ve sembolist Arap şairi Cubran’dır. er-Reyhanî ise, çağdaşlarından farklı olarak realist bir çizgi izlemiştir. Böylece modern Arap şiiri kısa süre içerisinde tüm Batı kaynaklı edebî akımlarla tanışmıştır. Halil Mutrancı (1872-1949) romantik, Ali Mahmud Taha (1901-1949) parnasist, Ahmed Refik el-Mehdevî (1898-1961) realist, Nizar Kabbanî (1923-1998) sürrealist, Yusuf Gassub (1894-1972) sembolist, Halil Havî (1925-1982) egzistansiyalist (varoluşçu) şair olarak tanınmışlardır. Bedi’iyyat: İçeriği Hz. Peygamber’e övgü olan ve her beytinde bedî sanatlardan en az bir tanesinin bulunduğu uzun kasideler. Bu türün basit bahrinde yazılması, revi harerinin “kesreli mim” olması gerekmektedir. Bu türün en iyi örneğini Kasîde-i Bürde adıyla İmam Busirî yazmıştır.Modern Arap şiirinde biçimsel tür olarak kafiyesiz şiir, çok vezinli şiir, serbest şiir ve düzyazı şiiri benimsenmiştir. Kapalılığın ağır basması, mitolojik unsurlar içermesi, hayal, duygu ve düşüncede yaratıcılık modern Arap şiirinin öne çıkan içerik özellikleridir. Duygusal konular, içki ve eğlence, tabiat, kadın, milli duygular, sosyal problemler, hayatla ilintilenen her konu modern şiirin muhtevası içerisine girmektedir.
Arap Edebiyatı Nazım Türleri/Biçimleri Arap edebiyatında şiirin başlangıcı, genellikle nesre dayandırılmıştır. Nesirden seciye geçiş, Arap şiir türünün ilk merhalesi olarak kabul görmüştür. Bundan sonraki aşama, bugünkü mısra biçiminin oluşumu olan seciden, receze geçiş aşamadır. Recezden kasideye geçiş de şiirin başka bir aşamasıdır. Şiirin kökenini secili nesre dayandırmayan araştırmacılar, deveci ezgilerini (hidâ/hudâ) şiirin başlangıcı olarak görmüşlerdir. Arap şiirinde en küçük nazım birimi beyittir. Anlam bütünlüğünün şart olduğu beytin ilk mısraına “sadr” veya “şatr” ikinci mısraına da “acuz” denir. Arap şiirinin en eski nazım şekli recezdir. Alt alta dizilen ve 7-8 mısraı geçmeyen recezde, bütün mısralar kendi arasında kafiyelidir. Araplar, Cahiliye döneminde olumlu veya olumsuz bütün duygu, düşünce ve arzularını recezle ifade etmişlerdir. Deve ezgilerinde, savaşçıların birbirlerine meydan okumalarında, kuyudan su çekmede, çocuklara söylenen ninnilerde tamamen recez kullanılmıştır. Bundan dolayı recez, halkın sözü olarak da görülmüştür. Başlangıçta yüksek sanat şekli sayılmayan recezi, kaside şeklinde uzun şiirler haline girdiren ilk şair Ağleb el-İclî (öl. 641) olmuştur. Bu tip yeni recezlere, “urcuze” denilmiştir. İclî’nin recezde açtığı çığırı el-Accâc hem şekil hem de içerik yönüyle tamamlamıştır. Recezin urcuze şekline dönüşmesi, muhtevasının zenginleşmesine neden olmuştur. Urcuzeler, kasid tipi uzun şiirler olduğu için bunların düzenleniş biçimi kasid/kasideye benzemektedir. Recez ile müzdevic arasında köprü görevi üstlenen urcuzeler, beyit sayısının çok olması yönüyle mesnevilere örnek teşkil etmiştir. Recezden sonra Arap şiirinin en eski şekli kasid/kaside olup uzun manzumelerin genel adıdır. Gerek beyit, vezin ve kafiye gibi biçimsel yönleriyle gerekse muhtevanın işlenişi yönüyle Arap şiirinin en gelişmiş formu kasidedir. En güzel örneklerini, İslam öncesi döneme ait “mu’allaka”lar oluşturur. En eski kaside, el-Muhelhil tarafından yazılmıştır. Kasideyi ilk kez bölümlere ayırıp uzun şiir şekline girdiren ve ona his yoğunluğu katarak yapısal biçim veren şair ise, İmru’u’l-Kays’tır. Arap şiirinin en eski örneklerinde yüksek sanat değerine sahip olanlar, bu tarzda söylenmiştir. Genellikle 90-120 beyitten oluşan kaside, “aa ba ca da…” şeklinde kafiyelenmiştir. Klasik kasidenin iç yapısı ve muhteva planı üç bölümden oluşmaktadır: Nesib/teşbib/gazel bölümü, rahil bölümü ve maksud bölümü. Arap şiirinde görülen başka bir nazım şekli de müzdevicdir. “İkili, iki mısralı” anlamına gelen müzdevicde, her beyit kendi arasında (aa bb cc dd ee…) kafiyelidir. Kafiye bulunmakta zorlanılan urcuzelerin birer mısralık kısa beyitleri, kendi arasında müstakilen ikişer ikişer kafiyelenerek müzdevic nazım şekli doğmuştur. Bu nazım şekli mesnevi olarak da isimlendirilmiştir. Ezberlenmesi istenilen eğitici ve öğretici konular, on binlerce beyitten oluşan bu nazım şekliyle yazılmıştır. Bestelenmek üzere yazılan, biri tam beyit, diğeri mısralardan oluşan iki kısımdan meydana gelen muvaşşah ile halk diliyle ve sokak ağzıyla söylenen zecel nazım şekilleri Endülüs’te oluşan nazım şekillerindendir. Şairler, kasidenin başlangıç bölümüne genellikle sevgiliyi yâd ederek başlamışlardır. Aşktan ve kadından bahsedilen bu bölüm, nesib, teşbib yanında gazel olarak da isimlendirilmiştir.
Arap edebiyatında gazel, nazım şekli olarak değil, Emeviler döneminde kaside nazım şekliyle yazılan bir tür olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür, ilk olarak “hadarî gazel” ve Seci: Putperest kâhinlerin sözleri. Beyit: Aynı aruz kalıbıyla söylenmiş iki mısradan oluşan nazım birimi. Recez: Bir mısradan oluşan beyitlerden meydana gelen nazım şekli. “uzrî gazel” olarak görülmüş, daha sonra üçüncü Abbasi asrında bunlara “tasavvufî gazel” de eklenmiştir. Arap edebiyatındaki gazel ile klasik Fars ve Türk edebiyatında görülen ve şiirin temelini oluşturan gazel arasında çok fark vardır. Çünkü gazel, Arap edebiyatında tür; Fars ve Türk edebiyatında ise nazım şekli olarak algılanmış ve algılandıkları biçimde de kabul görmüştür.
Arap Edebiyatında Nesir Cahiliye döneminden günümüze kadar gelebilen ve edebî nitelik taşıyan nesir örnekleri çok azdır. Günümüze gelen bu nesir örnekleri; hitabetler, vasiyetler, meseller, hikmetli sözler, hikâyeler ve kâhinlerin sözlerinden oluşmaktadır. Bunlar içerisinde hitabet ve kâhinlerin sözleri önemli örnekler olarak öne çıkar. Konuşma sanatı olarak adlandırılan hitabet, nesrin fazla olmadığı Arap edebiyatının en eski örneklerindendir. Cümlelerin kısa ve icazın egemen olması, seci sanatına yer verilmesi, sade, anlaşılır ve abartıdan uzak oluşu dönem nesrinin özelliklerindendir. İslamî dönemde nesir konuları, İslam dini ve onun kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’den beslenmiştir. Dolayısıyla, nesir türlerinin bütününde İslam ve öğretileri konu olarak işlenmiştir. Bu da İslam ve öğretilerinin yayılmasında nesrin araç olarak kullanılmasını sağlamıştır. Bu dönem nesri, büyük oranda Kur’an’ın üslubundan etkilenmesine rağmen, Cahiliye dönemi nesir özelliklerini de barındırmıştır.
İslamî dönemden günümüze gelebilen metin örneklerinde; konuya göre ya ‘icaz’a ya da ‘itnab’a yer verildiği veya her ikisinin bir arada kullanıldığı görülmektedir. Seci, bu dönem nesir örneklerinde kullanılmamıştır. Kur’an ayetlerinden kanıt getirme, nesir içerisine serpiştirilmiştir. Eserlere besleme ile başlamak, Allah’a hamd ve sena etmek, Hz. Peygamber’e salat ve selam getirmek, yazıyı selam ile bitirmek ilk kez bu dönem nesrinde ortaya çıkmıştır. Bir nesir türü olan kitabet ile tevki’at da ilk kez bu devirde ortaya çıkmıştır. Emevi dönemi nesri; Emeviler, Hariciler, Şiiler ve Zubeyriler olarak adlandırılan grupların eliyle dört parçaya bölünmüş bir görünüm sergiler. Bu görünümün altında dönemin kültürel, siyasî ve dinî yorumlama biçimi yatmaktadır. Bu algı, hem Emevi dönemi nesrini oluşturur hem dönem nesrinin karakteristik özelliğini yansıtır hem de nesir türünün çeşitlenip zengin bir görünüme kavuşmasına neden olur. Dinî anlamlar ile siyasî unsurların iç içe olması, Emevi nesrini diğer dönem nesirlerinden ayıran bir özelliktir. Bu özellik, hemen tüm nesir türlerinde kendini gösterir. Bilimlerin çeşitlenmesi, bu dönem nesrini etkilemiştir. Beyan ve belagat biliminin kuralları, ilk kez bu dönem nesrinde uygulanmaya başlanmıştır. Nesirde, hakaret, aşağılama, düşmanlık, ölüm, kılıç, kan, hiciv gibi unsurlar yer bulmuş, telmih ve imalarda bulunmalar görülmüştür. Seci bol miktarda kullanılmış ve ilk kez hayal nesirde yer almıştır.
Hitabet, kitabet, tevki’at, bu dönem nesir türleridir. Bunlar içerisinden kitabet, bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Arap nesri, Abbasiler döneminde altın çağını yaşamıştır. Sosyal, kültürel ve siyasî değişimin etkilediği Abbasi nesri, bu dönemde değişim ve dönüşüm süreci yaşamıştır. Edebî nesirde, edebî sanatların yoğun bir biçimde kullanımı artmış, mecaz, teşbih, istiare ve kinaye en çok başvurulan sanatlar olmuştur. Abbasi nesrinde görülen en büyük özelliklerden biri, nesirde ortaya çıkan türlerdir. Bunlardan bir yazım sanatı olan inşa, II. Abbasi asrında bir tür haline gelmiştir. Bu türün en güzel örneklerini Cahız (öl. 869) vermiştir. Cahız, şekilden çok anlamı öne çıkarmak için secili, kafiyesiz ve vezinsiz ifadelere dayalı bir üslup ortaya çıkarmıştır. Bir başka edebi tür de makamedir. Secili küçük bir hikâye türü olan makamede, hayali bir anlatıcı ve hayali bir kahraman bulunur. Olaylar, bu kahramanın etrafında cereyan eder. Eğitici ve öğretici yönü ağır basan bu dilde belagat unsurları yoğun bir şekilde kendini gösterir.
Makame, Bedi’uzzaman Hemedanî tarafından geliştirilip işlenerek gerçek Tevki’at: Halife, sultan ve emirlere gönderilen taleplere verilen cevapları veya sorunların çözümüne ilişkin değerlendirmeleri içeren, metnin alt kısmına düşülen kısa ve özlü sözler. Makame: Yazarının eğiticiöğretici amaçla ve ağırlıklı olarak dönemin sosyal problemlerine doğrudan veya dolaylı değindiği, ayet, hadis ve darbımesellerle desteklediği secili nesir ve şiirden oluşan edebî bir tür. . Nesir türleri, yeni üslupların ortaya çıkışını sağlamıştır. Abbasi nesrinde genel kanı üç üslubun ortaya çıkmasıdır. Bu üsluplardan biri fenni/ sanatsal üsluptur. Söz sanatlarının doğal şeklinde kullanımı, aşırıya kaçılmadan edebî sanatlara gereği kadar yer vermek bu üslubun özelliklerindendir. İbn Mukaa (öl.762), Cahız (öl. 869), İbn Kuteybe (öl. 889) fenni/sanatsal nesrin önde gelen yazarlarıdır. Tasni’ üslup: Secinin ağır bastığı bir üsluptur. İfadelerin uzatıldığı, çeşitli sanatlarla süslenmiş ve ibarelerin kusursuz bir şekilde dizildiği bu üslupta amaç, metinlerin sağlamlığıdır. Tasannu’ üslup: Manadan çok şeklin öne çıktığı, kelime seçiminin önem kazandığı seçilen kelimelerle gösteriş yapmanın hedeendiği sanat ve kelime oyunlarının yapıldığı bir üsluptur. Bu üslupta amaç, sağlam bir metin ortaya sunmak değil, yazarın edebi yeteneğini göstermektir. Bundan dolayı bu üslupla yazılan metinler anlaşılmaz bir hale gelir. Nesir üslupları, nesir alanında ekollerin oluşmasını sağlamıştır.
Abbasi nesrinde oluşan ekoller şunlardır:
I. Ekol: İbnü’l-Mukaa’nın temsil ettiği ekoldür. Cümleler kısa olup aynı zamanda sadedir. Seci sanatının yer almadığı bu üslupta icaza oldukça fazla yer verilmiştir.
II. Ekol: Cahız’ın öncülük ettiği ekoldür. Cümleler, açık, sade ve anlaşılırdır. Metinler secili ya da secisiz olmak üzere değişik şekillerde işlenmiştir. İtabın ağır bastığı bu üslupta, konu atlamaları oldukça çoktur.
III. Ekol: İbnü’l-Amid (öl. 970)’in başını çektiği bir ekoldür. Bu ekolde kısa ve secili cümlelere yer verilmiştir. Teşbih sanatı ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Hayale yer verilmiş, şevahidlikte aşırıya gidilmiş, tarihsel bilgiler metinlerde yer almıştır.
IV. Ekol: Kadı el-Fadıl (1199)’ın öncülük ettiği ekoldür. Kelime oyunlarına başvurarak mananın anlaşılmamasını sağlamıştır. Her çeşit sanata başvurmuşlar; tevriye ve cinası öne çıkarmışlardır. Abbasi edebiyatında görülen nesir, İslam coğrafyasında oluşan edebiyatı derinden etkilemiştir. Bu dönemde yazılan mensur eserler, üslup özellikleri ve ekol sahibi yazarlar örnek alınmıştır. Dolayısıyla Abbasi dönemini takip eden dönemlerden XX. yüzyıla kadar nesir alanında bir tür taklit dönemi oluşmuştur.
İRANLILARIN KISA TARİHİ
İran platosu, coğrafi açıdan Orta Asya, Hindistan, Mezopotamya ve Anadolu arasında çok önemli bir kavşak olduğu için, M.Ö. XI. yüzyıldan itibaren Hint-Avrupa kavimleri, Batıdan Doğuya gelerek bu bölgelere yerleşmişlerdir.
Eski dünyada İran, Hindistan ve Avrupa’da kalan “beyaz ırk”ın büyük kolu “Hint-Avrupa” olarak adlandırılmış, Hint-Avrupa dilleri de onların ortak dillerinden çıkmıştır. Bu kolun İran ve Hint kesimleri kendilerine “şerei, soylu, asil” anlamındaki “Arya” adını vermişlerdir.
İsa Peygamber’den 5000 yıl önce, kuzey Kaasya’nın Ural dağlarının batı bölgelerinde hem adları hem de konuştukları dilin adı “Hint-Avrupa” olan bir kavim yaşamaktaydı. M.Ö. II. bin yılın ortalarında kendilerine “Arya” adını veren bir Hint-Avrupa kavmi, egemenlikleri altına aldığı bölgeye anayurtları “İranvic” adından esinlenerek “İran” adını vermeye başladı. Arya sözcüğünden türeyen İran, Aryalar ülkesi demektir.
Bunlar, M.Ö. I. binin ilk dönemlerinde
Doğu İran’da “Pişdadiler” ve “Keyaniler” adıyla anılan yönetimleri oluşturdular.
İran platosunda yerleşik hayat kuran ilk Arya kavimleri Medler ve ilk büyük imparatorluk kuran Persler/Ahâmenişlerdir.
Büyük Pers imparatorluğu, Yunan kralı İskender’in M.Ö. 331 yılında İran’ı ele geçirmesiyle son bulmuştur. Daha sonra İran’ı Sülukiler/Selevkiler, Partlar/Eşkaniler (M.Ö. 247-224) ve Sasaniler yönetmiştir.
Araplar, 641 yılında Sasani devletine son vererek İran’ın yönetimini ele geçirmişlerdir. İran, iki asır Arap yönetiminde kaldıktan sonra, IX. yüzyıldan itibaren mahalli emirler Tahiriler ( 819-872) ve Saariler (868-907) tarafından yönetildi.
Akabinde ilk Müslüman Türk devletlerinin 80 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı kurulmasıyla birlikte İran coğrafyası Türklerin eline geçmiş ve Türkler tarafından yönetilmiştir.
Samaniler (874-1005)
Gazneliler (963-1186),
Horasan Selçukluları (1040-1194),
İran ve Kirman Selçukluları,
Harzemşahlar,
Moğollar,
Timurlular (1370-1506),
Safeviler (1501- 1736)
Kaçarlar (1786-1925)
İranlıların İran platosuna gelişlerinden (M.Ö. 1000), Ahamenişlerin yıkılışına (M.Ö. 330) kadar geçen devre, İran dilleri açısından “eski İran dilleri dönemi” olarak adlandırılır. Özellikle M.Ö. 700-1000 yılları arasındaki devre, eski İran dillerinin yaygın olarak kullanıldığı, eski Farsçanın en parlak devirleridir.
Perslerin kullandığı Eski Farsça ile çağdaş olan iki dil daha vardı. Bunlardan biri Avesta dili, diğeri de Sanskritçedir. Bu üç dil, kelime, gramer bakımından birbirine benzediği için İran ve Hint medeniyetlerinin aynı kökten geldiği benimsenmiştir.
Eski Farsça, Hint-Avrupa dil ailesinden olup Avesta ve Sanskritçenin kardeşi, Pehlevi dilinin babası, bugünkü Farsçanın dedesi kabul edilir.
Eşkaniler döneminde kullanılan Pehlevice, Sasanilerin hem resmî dili, hem de İslam sonrası dönemde yeni oluşan Yeni Farsça üzerinde etkili en önemli dil olarak kabul edilir. Eşkani Pehlevicesinin Parsi-yi Deri/Deri Farsçası olduğu da söylenmiştir.
İRAN/FARS EDEBİYATI
İran/Fars Edebiyatı Fars edebiyatı, tarihsel süreç olarak, İslamiyet öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Birinci Kadim Edebiyat Devresi
İran edebiyatının İslamiyet öncesi en eski yazılı belgeleri, edebî yönleri ve değerleri olan, fesahat ve belagat açısından önemli olan Ahameniş devrine ait kitabelerdir. Bunların en eskisi, bu devleti kuran Kuruş devrine (M.Ö. 644-588), bir kısmı da I. Daryüs/ Daryuş (M.Ö. 521-484)’a aittir. Sade ve anlaşılır bir dille, “sebk-i şehinşâhî” denilen bir üslupla yazılan bu kitabelerde, eski Fars diline ait 400 kadar kelime vardır. Bu yazıtlarda Ahameniş hükümdarları kendilerini “şâh-ı şâhân/şahlar şahı” ve “şâh-ı kişver/ülkenin hükümdarı” olarak görmüşlerdir. Ahamenişlerden kalan kitabelerin en önemlisi, Daryuş’un yaşamından, ulusu için yaptıklarından, soyundan bahsedilen “Bisutun” yazıtıdır. Sayıları sekseni aşan ve üç dille (Pers, Elam, Babil) yazılan kitabeler; tarih, coğrafya, devlet yönetimi, ahlak ve din içeriklidir. Bu devrede şiir, vezinli olup ayinlerde terennüm edilen Zerdüşt’ün Gataları’dır. İran edebiyatı tarihlerinde bu devreye “birinci kadim edebiyat devresi” denilmektedir. Adı geçen devre, en eski tarihi devirden başlayıp Sasani devletinin kuruluşuna kadar geçen zamanı kapsar.
İkinci Kadim Edebiyat Devresi
İslamiyet öncesi “ikinci eski/kadim edebiyat devresi”, Sasanilerin kurulması ile başlayıp Arapların İran’ı ele geçirmelerine kadar devam eder. Yunan kültür ve medeniyetinin İran’ı etkisi altına aldığı için İran bilim ve edebiyatına önem verilmeyen bu devreye “edebî duraklama” veya “Eşkaniyan devresi” denilmiştir. Edebiyat alanında büyük gelişmelerin görülmeye başladığı Sasaniler döneminde, Zerdüştlük İran’ın resmî dini oldu. Yunan ve Hint kültürü yeniden canlanmış ve Yunanca ile Sanskritçeden bazı eserler Pehleviceye çevrilmiştir. Kelîle ve Dimne bunlardandır. Bu devrede ahlak ve öğüt kitapları rağbet görmüş, eski İran tarihini anlatan Hodây-nâme Pehlevice yazılmış ve Mani dininin kurucusu Mani’ye ait kitap ve risaleler kaleme alınmıştır. Vîs ü Râmîn, Yâdgâr-i Zerîrân, Draht-ı Asurik, Ardavirafnâme, Kârnâme-yi Erdeşîr-i Babekân bu dönemden kalan önemli edebî eserlerdir. Bu devrede musiki ile şiirin iç içe olduğu ifade edilmektedir. Nitekim musiki ve şiire merakı olduğu söylenilen ve Behram-ı Gur (sal. 420-428) diye bilinen Sasani hükümdarı V. Behram’ın Farsça ilk şiir yazdığı genel kabul görmüştür.
İslamiyet’ten Sonra İran/FarsEdebiyatı Son Sasani hükümdarı III. Yezdicert’in 641 yılında Nihavent’te Araplara yenilmesiyle İran, Arapların eline geçti ve Arap valiler tarafından yönetildi. Böylece Arapça, İran’ın hem resmî ve konuşma dili hem de edebiyat ve bilim dili oldu. Bu durum iki asır devam etti. IX. yüzyılın başlarından itibaren Araplara karşı Horasan’da başlayan bağımsızlık hareketleri, müstakil devletlerin kurulmasına neden oldu. Arapça ise yerini “Yeni Farsça” da denilen “Derî Farsçası”na bıraktı. Orta Farsçanın/Pehlivicenin devamı olan Yeni Farsçayla önce şairler, şiir söylemişler, sonra nesir yazarları çeşitli eserler yazmışlardır. Böylece İran edebiyatında, İslamiyet sonrası İran edebiyatı denilen ikinci dönem başlamış olur. Şekil ve içerik bakımından hemen en önemli özelliklerini Arap edebiyatından alan Yeni Farsça ile şiir yazmayı deneyenler, Arapça yazıp Farsça konuşan şairlerdir. Yeni Farsça ile ilk şiirler yazan şairler, Arap şairlerini kendilerine örnek aldıkları için, onların şiirlerine benzer şiirler söylemeye çalıştılar. Böylece Arapça şiirlerin kelime kelime tercüme edildiği, ilk Farsça şiirler yazılmıştır. Tarih-i Sistân’a göre İslamiyet’ten sonra ilk Farsça şiiri, Saarilerden Yakub b. Leys (867-879)’in kâtibi Muhammed b. Vasif söylemiştir.
İslamiyet sonrası Fars edebiyatını şu dönemlere ayrılmıştır:
Tahiriler ve Saariler Dönemi İslamiyet sonrası İran edebiyatının başladığı Tahiriler (810-872) ve Saariler (868-907) dönemlerinden günümüze Yeni Farsça ile söylenmiş 58 beyit ulaşmıştır. Büyük bir kısmı övgü, öğüt ve aşk içerikli olan bu şiirler, Arap edebiyatından alınan kaside nazım şekliyle yazılmıştır. Bu da Fars edebiyatında ilk Farsça şiirin kaside şeklinde ve Arapça kasidelerin taklit edilerek söylendiğini göstermektedir. Hanzla Badgisî (öl. 835), Firuz Maşrikî (öl. 896) ve Ebu Suleyk Gürganî (öl. 878) bu dönem şairleridir. Samaniler Dönemi Son zamanlarda yapılan araştırmalarla bir Türk devleti olduğu anlaşılan Samaniler dönemi (819-1005)nde, Fars edebiyatı gelişme göstermiştir. Bunda Samani hükümdarlarının edebiyatı destekleyip şairleri himaye etmeleri önemli rol oynamıştır. Şairlerin rağbet gördüğü bu dönemde, şair sayısı artmış ve Bağdat saraylarından sonra “saray edebiyatı” en parlak dönemine ulaşmıştır. Bu da saray şiiri olan kasidenin olgunlaşarak gelişmesini sağlamıştır. Müzik nağmeleriyle söylenen lirik şiir/tegazzül ile kahramanlık mesnevileri revaç bulmuştur. Profan yani din dışı bir özellik gösteren, sade ve basit bir dille yazılan ve neşe ile mutluluğun yoğun olarak işlendiği bu şiirlerde, üzüntü ve keder fazla işlenmemiştir. Yeni mazmunların yer almaya başladığı şiirde, anlaşılması zor Arapça kelimelere fazla yer verilmemiştir. Âferîn-nâme isimli ilk mesneviyi yazan Ebu Şekur-i Belhî, gazelleriyle tanınan Şehid-i Belhî, Goştâsb-nâme yazarı Zerdüşt şair Dakiki-i Tusî, ömrünün sonlarına doğru takva ve öğüt şiirleri söyleyen Kisayi Mervezî bu döneminin tanınmış şairlerindendir. Ancak bu devrenin önde gelen ve Fars şiirinin kurucusu olarak kabul edilen şairi Rudeki-yi Semerkandî (öl. 941)’dir.
Semerkant Türklerinden olma ihtimali yüksek olan Rudekî kaside, gazel, mesnevi, kıta, rubai gibi nazım şekillerinde yazdığı şiirlerle tanınmıştır. Üslubu, kendi çağında ve daha sonraki dönemlerde yetişen kaside ve gazel yazan şairler tarafından örnek alınan Rudekî, gazellerinde hedonist duygulara değinmiş, yaşama sevincini şiirlerine taşımış, mutluluktan bahsetmiş, şiirde, keder ve üzüntüye yer vermemiştir. Samani Emiri Nasır b. Ahmed’in Buhara saraylarında etrafındaki Türklerle yaşadığı mutlu hayatı kasidelerine yansıtmıştır. VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı Âğâcî Buharayî ve Türkî Keşî Îlâkî’den başka, nisbeleri Herevî, Nişaburî, Cürcanî, Belhî, Buharayî olan şairler içerisinde Türk olanların varlığı muhakkaktır. Bu Türk şairleri, bu dönemde yaşamışlar, Fars şiirinin kuruluşuna katkıda bulunmuşlar ve gelişiminde büyük rol oynamışlardır. Adı geçen dönemde Türkler ve Türk şehirlerinin yanında, hakan, hatun, kadıng gibi Türkçe kelimelerin şiirde yer aldığı görülmektedir. Gazneliler Dönemi Horasan coğrafyasındaki ikinci büyük Türk-İslam devleti, adını başkenti Gazne’den alan Gazneliler (963-1186)’dir. Gazne, Fars edebiyatının geliştiği bu dönemde önemli bir edebî merkez hâline gelmiş, çeşitli bölgelerden birçok şair ve yazar Gazneli sarayına yönelmiştir. Bunlardan Firdevsî, İranlıların Müslüman olmadan önceki bin yıllık tarihini anlatan manzum Şâh-nâme’siyle, Fars edebiyatında, kahramanlık şiir tarzını zirveye çıkarmıştır. Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun “feûlün feûlün feûlün feûl” kalbıyla yazılan eser, Sultan Mahmud’a sunulmuştur. Yaklaşık 60 bin beyit olan Şâh-nâme, ilk menkıbevî hükümdar olan Keyumers’ten başlayıp son Sasani hükümdarı III. Yezdicert’e kadar 50 hükümdarın hayat ve savaşlarını ihtiva etmektedir. Fars ve Türk edebiyatlarını çok etkileyen Şâh-nâme, kahramanlık mesnevileri için değişmez örnek olmuştur. Özellikle klasik Türk şairleri, methiyelerinde övdükleri kişileri Şâh-nâme’de adı geçen İran kahramanlarıyla kıyas emişler ve onlardan üstün görmüşlerdir. Türk asıllı olan Ferruhî, Gazneli Mahmud’un en gözde saray şairlerindendir. Kaside söylemede çok başarılı olmuş ve bu alanda kendine özgü bir tarz oluşturmuştur. Tegazzülde ise becerisi herkes tarafından kabul edilmiştir. Farsça Divan’ında Türk coğrafyası ve kültürüyle ilgili birçok kullanımda bulunmuştur. Ayrıca Sultan Mahmud’un Hindistan’a yaptığı seferleri içeren kasidelerinde, Gazne tarihiyle ilgili belge niteliğinde önemli bilgiler bulunmaktadır. Dönemin meliküşşuarası olarak kabul edilen Unsurî, Fars edebiyatının en meşhur kaside şairidir. Gazel de söyleyen şair, şiirlerinde Türklere yoğun olarak yer vermiş, özellikle kasidelerinde Sultan Mahmud’u överken Ferruhî gibi mitolojik İran kahramanlarını küçük görüp tahkir etmiştir. Vâmık u Azrâ mesnevisini de ilk kez o kaleme almıştır. Gazneliler döneminin tanınmış simalarından olan Senaî-yi Gaznevî (öl. 1140), önceleri övgü konulu şiirler yazarken hac dönüşü tasavvufî şiirler kaleme almıştır. Fars tasavvuf edebiyatının kurucusu kabul edilen Senaî’nin Hadîkatu’l-hakîka isimli eseri, tasavvuf konulu ilk mesnevi olması yönüyle önemlidir. Ayrıca bugünkü gazel nazım şeklini Fars edebiyatında ilk defa o yazmıştır. Târîh-i Beyhakî’ye göre Türkçe, Gazne sarayının ve ordunun diliydi. Nitekim bu dönemin Türk asıllı şairlerinden Menuçehrî’nin; “Şüphesiz Türkçe daha iyi söylersin. Bana bir Türkçe, bir de Oğuzca şiir söyle” ifadesinden, iki farklı Türk lehçesiyle hem konuşulduğu hem de şiir söylendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu dönemde, Farsça şiirlerde Türkçe kelime alıntıları artmış, Çiğil, Karluk, Yağma, Kay, Halaç gibi Türk boy ve soy adlarına sıkça yer verilmiştir. Unsurî ve Ferruhî’nin divanları bu açıdan oldukça zengindir. Firdevsî’nin ünlü eseri Sultan Mahmud tarafından rağbet görmemiş, hatta bu dönem şairleri, Şâhnâme’deki mitolojik kahramanlara değer vermemiş, hatta hafife almışlardır. Selçuklular Dönemi Gaznelilerden sonra Horasan coğrafyasına Selçuklular egemen olmuştur. En parlak dönemini yaşayan Fars edebiyatındaki hem şair hem de yazılan manzum ve mensur eserler bu devirde artmıştır. Başta Selçuklu hükümdarları olmak üzere vezirler, şehzadeler ve devletin ileri gelenleri şiir ve şairleri korumuş ve kollamışlardır. Gaznelilere oranla Türk şairlerinde artış olmuş ve Fars edebiyatına ölümsüz eserler bırakmışlardır. Bir Türk üslubu “sebk-i Azerbaycan” bu dönemde ortaya çıkmış, tasavvufî şiir rağbet görmüş, büyük mutasavvıf şairler yetişmiş ve çeşitli eserler yazmışlardır. Hamse ilk kez bu dönemde oluşturulmuş, kasideler, Arap kasideciliğine daha çok benzemeye başlamış, gazellerde maddi zevkler, yerini manevi hazlara bırakma temayülü göstermiştir. Böylece şiir, “Selçuklu” kimliğine bürünmeye başlamıştır. Fars edebiyatının en tanınmış şairleri bu devrede yaşamıştır. Pehleviceden tercüme ettiği Vîs ü Râmîn mesnevisiyle meşhur olan Fahreddin Gürganî (öl. 1040), daha çok yazdığı gazellerle tanınan ve Sultan Sencer’in saray şairlerinden olan Edib Sabir (öl. 1147), Arapça ve Farsça şiirler yazan Reşidüddin Vatvat (öl. 1177), gazel ve kasideleriyle şöhret olan Zahir-i Faryabî (öl. 1201), dönemin önde gelen gazel şairi olarak tanınan Cemaleddin Isfahanî (öl. 1192), Seyyid Hasan Gaznevî (öl. 1150), Abdulvasi’ Cebelî (öl. 1160) ve Muhtar Gaznevî (ö. 1154) bunlardandır. Hem yaşadığı hem de sonraki dönemlere etki eden şairlerinden olan Enverî (öl. 1143), özellikle kasideleriyle tanınmıştır. Çağının geçerli bilimleri ile Arap dili ve edebiyatını öğrenmiş ve öğrendiklerini şiirlerine yansıtmıştır. Kendine has bir üsluba sahip olan kasideleri, oldukça zor manalar içerdiği için anlaşılması zordur. Merkezinde övgü ve yergi olan şiirlerinin büyük kaside şairi Nef ’î’nin üzerinde etkisi olmuştur. Suzenî-yi Semerkandî (öl. 1167) ise mizahçı ve hicivci yönüyle dikkat çekmektedir. Dönemin diğer şairleri gibi şiirlerinde Türkçe kelimeler kullanmış, hatta bazı şiirlerinde Türkçe mısralara yer vermiştir. Farsça bir şiirinin bir beytinin ikinci mısraının “Ey kılavuz ayıt yolum kande” şeklinde Türkçe olması, mülemma şiirin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Dönemin önemli bilginlerinden Ömer Hayyam (öl. 1123), özellikle rubaileriyle öne çıkmış ve dünya çapında bir şöhret kazanmıştır. O, dört mısra içerisinde felsefî inanç ve düşüncelerini etkili bir şekilde ifade etmiştir. Yaratılış sırrı ve cihan muamması hakkında “nereden geldik, nereye gideceğiz?”, “hayat meşgalesi nedir” gibi soruları kendine sıkça soran Hayyam, yaşamakta olduğumuz şu anı isteklerimize uygun olarak geçirelim, anı ganimet sayalım ve mutlu olalım düşüncesini benimsemiştir. Antik Yunanda Epikürcü felsefe olarak bilinen bu görüşün Doğu şiirindeki en büyük temsilcisi sayılan Hayyam, Türk edebiyatında rubai yazan herkesi etkilemiştir. Baba Tahir, Ebu Sa’id Ebu’l-hayr (öl. 1048) ve Abdullah Ensarî (öl. 1088) yazdıkları rubailerle tanınan mutasavvıf şairlerdir. Yazdığı eserlerle Fars ve Türk edebiyatında önemli etkisi olan mutasavvıf şair, Feridüddin Attar (öl. 1221)’dır. Manzum ve mensur pek çok eseri olan Attar, gazel ve mesnevi vadisinde büyük başarı elde etmiştir. Tasavvufî olan mesnevilerinin en tanınmışı Mantıku’t-tayr olup bir çerçeve hikâye ve araya yerleştirilen irili-ufaklı hikâyelerden oluşmaktadır. Mesnevide, dervişleri temsil eden kuşlar aracılığıyla “vahdet-i vücûd” düşüncesi temsilî olarak anlatılmıştır. Türk şairlerinden Gülşehrî, Ali Şir Nevaî, Ârifî, Şemsî, İbrahim Gülşenî ve Şemseddin Sivasî bu eserden hareketle aynı veya değişik isimler altında çeşitli mesneviler yazmışlardır. Bülbül-nâme, bülbül ile kuşlar arasındaki anlaşmazlığı ihtiva etmektedir. XVI. yüzyıl şairlerinden Münirî, Gülşen-i Ebrâr ve XVII. yüzyılda yaşayan Ömer Fuadî de Bülbüliyye ismiyle bu esere nazire yazmışlardır. Attar’ın Esrâr-nâme’si de ilk kez Tebrizli Ahmedî tarafından 1459 yılında Türkçeye tercüme edilmiştir. Ayrıca Şemseddin Sivasî ve Nabi de Attar’ın İlâhî-nâme’sinden etkilenmişlerdir. Öğüt kitabı olan Pend-nâme, birçok şair tarafından Türkçeye çevrilip şerhleri yapılmıştır. Güvahî ile Zarifî’nin tercümeleri meşhurdur. Mensur olan ve velilerin hayatlarını anlatan Tezkiretü’l-evliyâ da, birçok Türk şair ve yazarı tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. En tanınmış tercüme XV. yüzyıl yazarlarından Sinan Paşa’ya aittir. Selçuklu döneminde birçok Farsça şiir söyleyen Türk asıllı şair yetişmiştir. Hayatının büyük bir kısmı Tebriz ile Gazne’de geçen Katran-ı Tebrizî (öl. 1072), Azerbaycan şairlerinin önderi olup Farsça kasideleriyle tanınmıştır. Tebriz depremi üzerine yazdığı kaHamse: Beş mesneviden oluşan külliyat. Mülemma: Birden fazla dille yazılan şiir. 84 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı sidesi çok meşhurdur. Kasidelerinde Gazneli döneminde oluşan ve “sebk-i Türkistânî” olarak isimlendirilen şiir üslubunun etkisi vardır. Tanınmış Türk asıllı şairinden Mu’izzî (1126), Sultan Alparslan’ın saray şairlerinden Burhanî’nin oğludur. Mahlası Sultan Melikşah tarafından verilen ve döneminin “emirüşşuarası” olan Mu’izzî, kaside şairi olup yazdığı kasidelerle şöhret bulmuştur. Onun kasidelerinde, Türkistan üslubu özellikleri görüldüğünden Ferruhî ve Unsurî’nin etkisi vardır. Hemen tamamı Selçuklu hanedanı için yazılan kasidelerinde, Türk kültürü, tarihi ve coğrafyası hakkında önemli bilgiler vardır. Özellikle Melikşah dönemiyle ilgili birçok tarihi bilgilerin de yer aldığı kasidelerinde yaptığı övgülerinde, mitolojik İran kahramanlarını Selçuklu hükümdarlarıyla karşılaştırıp onları küçük düşürüp, Selçukluları yüceltmesi, İran edebiyat tarihçileri tarafından çok eleştirilmiş ve “İran ulusal kahramanlarını, övgüsünü yaptığı memduhunun (Selçuklu sultanlarının) ayakları altına almaktan başka bir şey yapmamıştır.” denilerek suçlanmıştır. Selçuklu dönemi Türk şairlerinin en meşhurlarından olan Hakanî-yi Şirvanî (öl.1198), Azerbaycan’ın Şirvan şehrinde doğmuştur. Kendisini iyi yetiştirerek, güçlü bir eğitim alan şair, öğrendiği bilgileri şiirlerine yansıtmıştır. Şiirdeki başarısında bilgi seviyesinin payı büyüktür. Fars edebiyatının birinci derecedeki kaside şairi olan Hakanî, kendisinden önce yetişen kaside şairlerini taklit etmeyip onların mazmunlarını kullanmamış, bilakis eskilerin yanaşamadıkları vadilerde kalem oynatmış, kendine özel bir tarz ve üslup geliştirmiştir. Bundan dolayı onun kasidelerini çözmek için, edebiyat bilgisinin yanında derin bir birikim ve kültüre de sahip olmak gerekir. Kasidelerinde kullanılan ilmî ve felsefî ifadeler, yapılan alışılmamış benzetmeler, mazmunlar yeni olduğu için, kaside vadisinde hiç kimsenin taklit edemeyeceği bir söylem ve ifade gücüne ulaşmıştır. Memduhunu övdükten sonra, kendisinden bahsetmesi, onun kasideye getirdiği başka bir yeniliktir. Bu yönüyle, yaptığı övgülerle tanınan ünlü şairimiz Nef ’î’yi hatırlatır. Yine kasidelerinde hükümdarlara adaletli olmayı, kötü işlerden uzak durmayı, halka iyi davranmayı, onların dertleriyle dertleşmeyi tavsiye etmesi alışılagelmiş bir söylem değildir. Bu yönüyle ise, bize ahlakçı kişiliğiyle tanınan Nabî’yi çağrıştırır. Onun bu üslubu, ileriki yüzyıllarda ünlü şair Sa’dî (öl. 1291) tarafından kasidelerinde terennüm edilmiştir. Hakanî’nin felsefe içerikli tanınmış Kasîde-i Şîniyye’sine ünlü şairlerden Camî ve Ali Şir Nevaî nazire yazmıştır. Fuzulî’nin felsefî kasidesi olan Enîsü’l-kalb’i de onun kasidesine naziredir. Hayatı sarayda ve saray dışında geçen Hakanî, saraydan kopuşunu ve ilk hac seferinin hikâyesini Tuhfetü’l-Irâkeyn adlı mesnevisinde anlatmıştır. “Türk-i Acemî veli derî-gû” diyerek, Türk olduğu halde Farsça yazdığını belirten Hakanî, Katran-ı Tebrizî ile başlayan Azerbaycan edebî mektebinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Şüphesiz bu dönemin en meşhur Türk şairlerinin başında Genceli Nizamî (öl. 1207) gelir. Azerbaycan’ın Gence şehrinde doğan ve tüm hayatı doğduğu bu şehirde geçen Nizamî, Fars mesnevi edebiyatının hem kurucusu hem de en büyük şairidir. Nizamî, dile olan hâkimiyeti, hislerinin genişliği, hayal derinliği, sahip olduğu bilgi birikimi ve şair yaradılışlı oluşuyla, Fars edebiyatının birinci derecede şairleri arasında yer alır. Eserlerine kendisinden sonra gelen birçok şair tarafından nazire yazılmışsa da, hiç biri onun yazdıklarının seviyesine ulaşamamıştır. Mesnevide Emir Hüsrev-i Dihlevî (öl. 1324) ve Camî (öl. 1492) gibi birçok şaire örnek olmuştur. Sadece Fars mesnevi şairlerini değil, aynı zamanda Türk ve Hint mesnevi şairlerini de derinden etkilemiştir. Nitekim XV. ve XVI. yüzyıl Türk edebiyatının ünlü hamse sahibi şairleri, onun etkisi altında kalmıştır. Türk şairleri, yazdıkları mesnevilerinde Nizâmî’den övgüyle bahsetmişler ve onu üstat olarak görmüşlerdir. Nizamî’nin Divanı ve “Penc-genc/beş hazine” adı verilen Hamse’si vardır. Hamsenin ilk mesnevisi, Erzincan’da hüküm süren Fahreddin Behramşah adına 1176 yılında yazılan, züht, takva, manevi makam ve derecelerden bahseden ve didaktik olan Mahzenü’l- 4. Ünite - Arap ve Fars Edebiyatları 85 esrâr’dır. Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul’a takdim edilen, konusu Sasani hükümdarı Hüsrev Perviz ile Ermeni melikesi Şirin arasında geçen aşkın anlatıldığı Hüsrev ü Şîrîn, onun ikinci mesnevisidir. Türk edebiyatında pek çok şair tarafından Hüsrev ü Şîrîn konulu eser yazılmıştır. Ancak bunlar arasında en meşhuru, XV. yüzyıl şairlerinden Şeyhî’nin yazdığı Hüsrev ü Şîrîn’dir. Nizâmî’nin en tanınmış mesnevisi, Arap efsanesine dayanan ve Leyla ile Kays (Mecnun) arasında geçen tutkulu ve dünyevi bir aşk hikâyesini ihtiva eden Leylâ ve Mecnûn’dur. Şirvanşahlardan Ahsitan’ın isteği üzerine 1188’de yazılan, kurgu, anlatım teknikleri ve ifade yönünden mükemmel olan esere çok sayıda nazire yazılmıştır. Türk edebiyatında en seçkin ve başarılı Leyla ve Mecnun mesnevisini Fuzulî kaleme almıştır. 1196 yılında yazılan He-peyker, Sasani hükümdarı Behram-ı Gur’un av eğlenceleri, evlilik hayatı ve yedi eşinin kendisine anlattığı hikâyelerden oluşmaktadır. Behrâm-nâme olarak da bilinen eser, ilk kez Nizamî tarafından tertip edilmiştir. Anadolu’da birçok şair tarafından bu konuda çeşitli mesneviler kaleme alınmıştır. Hamseyi oluşturan son mesnevi ise, İskender-nâme’dir. Şeref-nâme ve İkbâl-nâme adlı iki bölümden oluşan bu mesnevide, İskender’in tarihi ve efsanevi hayatı işlenmiştir. Sembolik düşüncelere, fikrî, ahlakî ve didaktik hususlara fazla yer verilen eserde İskender, tarihî kişiliğinden çok Doğu mistisizminin etkisinde efsanevî bir Müslüman kahraman olarak anlatılmıştır. Yaklaşık 10 bin beyit olan mesnevi, Anadolu sahası Türk edebiyatında rağbet görmüştür. Anadolu sahasında ilk manzum İskender-nâme, Ahmedî tarafından 1390 yılında yazılmıştır. Moğollar Dönemi 1206 yılında Cengiz Han tarafından kurulan Moğol devleti, kısa zamanda genişleyerek dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmiştir. 1218 yılından itibaren Horasan, Maveraünnehir ve İran’ın tamamı Moğolların eline geçince, edebiyatın çehresi değişmeye başlamıştır. İslamî kültür merkezleri yıkılmış, bu merkezlerdeki kütüphaneler, içerisindeki kitaplarla birlikte yakılmış veya tahrip edilmiş, bu da edebiyatın eski parlak dönemlerinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Saray şiiri olan kaside, değerini kaybetmiş, yaşama sevinci içeren ve lirik gazellerde, içerik değişerek, karamsar bir ruh hali, dünyayı terk etme, ahiret yolunu seçme gibi duygular öne çıkmıştır. İran edebiyatına aşina olmayan bu dönem yöneticileri, edebiyata ilgi göstermemişlerdir. Bu durum Türk dilinin İran’da revaç bulmasını sağlamıştır. Daha önce Fars şiirinde kullanılan Türkçe kelimelerin sayısı artarken, İran nesri de Farsça ve Türkçe kelimelerle karışık bir hale gelmiştir. Bu devirde yetişen ünlü şairlerin başında Sa’dî-yi Şirazî (öl. 1292) gelir. Mahlası Şiraz Atabeklerinden Sa’d b. Zengî tarafından verilen Sa’dî, nazım ve nesirde İran edebiyatının birinci derecedeki şahsiyetleri arasındadır. Her türlü nazım şekliyle Farsça ve Arapça şiirler yazmıştır. Övgüye dayalı kasideler yerine, hükümdarlara nasihat veren, öğretici yönü ağır basan kasideler kaleme almış, Senaî’nin yazdığı âşıkane gazel türünü en doruk noktaya taşıyarak, gazeli müstakil bir nazım şekli haline getirmiştir. Çağdaşı şairlerin yanında, kendisinden sonra yaşayan birçok şairi de etkilemiştir. Sa’dî, sadece manzum eserleriyle değil, akıcı mensur eserleriyle de şöhret bulmuş, secili nesrin en güzel örneklerini vermiştir. Onun manzum ve mensur eserleri, sehl-i mümteni özelliği taşır. Sa’dî’nin en önemli eseri Divanı ile Bostân ve Gülistân’ıdır. On kısımdan ve bu kısımlarda anlatılan küçük hikâyelerden oluşan ahlakî ve didaktik bir eser olan Bostan, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Kolay ve anlaşılır bir dil ve üslupla yazılan, İslam dünyasında asırlarca ilgi gören eser, hem Osmanlı medreselerinde Farsça öğreniminde ders kitabı olarak okutulmuş hem de birçok tercüme ve şerhi yapılmıştır. XVI. yüzyılda Sudî (öl.1596), Sürurî (öl. 1561) ve Şem’î (öl. 1591) tarafından yapılan şerhleri meşhurdur. Sehl-i mümteni: Söylenmesi kolay ve basit görünmesine rağmen söylemi ve taklit edilmesi zor söz. 86 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı Eğitici ve öğretici olup manzum ve mensur karışık olarak yazılan Gülistân, bir önsöz ve sekiz bölümden oluşmaktadır. Gülistân’daki konular, ahlak ve terbiye ile ilgilidir. Anlatılmak istenen her konuyla ilgili çeşitli hikâyelere yer verilmiştir. Yılların verdiği tecrübe ile bilgi birikiminin fesahat ve belagat ile yoğrulmuş şekli olan bu hikâyelerin bir kısmı yazara diğer kısmı da yazarın duydukları ve okuduklarına dayanmaktadır. Düzyazı ile başlayan ve devam eden anlatımda, şiire de yer verilmiştir. Düzyazı ile şiir arasındaki uyum hemen göze çarpar. Fars ve Türk edebiyatında ona benzer eserler yazılıp şerhler oluşturulmuştur. İlk kez XIV. yüzyılda Seyf-i Sarayî tarafından Kıpçak Türkçesine tercüme edilen Gülistân’ın en güzel şerhi Sudî tarafından yapılmıştır. Fars edebiyatının en seçkin ve tanınmış şairi olup lisânü’l-gayb yani gaybın dili lakabıyla anılan Hafız-ı Şirazî (öl. 1389), Şirazlıdır. O, Sa’dî’nin âşıkane gazelleriyle, Mevlana’nın tasavvufî gazellerini birleştirerek, kendine has bir tarz ortaya koymuştur. Bundan dolayı onun son derece açık, sade, lirik ve akıcı olan gazelleri hem âşıkane hem de irfanî olarak yorumlanmıştır. Tek eseri olan Divanı, herkese hitap edecek şiirleri içerdiği için, bir tür “fal” kitabı olarak da kullanılmıştır. Türk edebiyatını etkileyen Hâfız’ın gazellerine bazı Türk şairler nazireler yazarken bazıları onun gazellerini tahmis etmiştir. Divanı, Sürûrî, Şem’î ve Sûdî tarafından şerh edilmiştir. Kaside ve gazelleriyle tanınan Mecd-i Hemger (öl. 1287), tasavvufî olan Gülşen-i Râz mesnevinin şairi Mahmud-i Şebüsterî (öl. 1320), rubaileri ve kasideleriyle meşhur olan Kemaleddin-i Isfahanî (öl. 1238), tasavvufî Leme’ât adlı eseriyle tanınan Fahreddin-i Irakî (öl. 1289), gazelleriyle tanınan ünlü Türk şairi Hümâm-ı Tebrizî (öl. 1314), tasavvufî gazelleriyle ünlenen Türk şairi Evhadî-yi Meraga’î (öl. 1337), yazdıkları gazelleriyle Hâfız’ı etkileyen iki büyük gazel şairi Hacu-yı Kirmanî (öl. 1352) ve Selman-ı Savecî (öl. 1376) bu dönemin diğer şairleridir. Timurlular Dönemi Moğollardan sonra İran’ın çeşitli yerlerinde kurulan devletler, Emir Timur tarafından kısa sürede ortadan kaldırılmış ve 1369 yılından itibaren Timurlular adıyla yeni bir devlet kurulmuştur. Timurlu hükümdar, şehzade ve emirler şiir ve edebiyata ilgi duyup destek vermişlerdir. Timurun oğlu Şahruh, onun çocukları Mirza Baysungur ve Uluğ Bey ile Sultan Hüseyin Baykara bunlardandır. Özellikle Hüseyin Baykara (öl. 1506), Türkçe-Farsça şiirler yazmış, Herat’taki sarayını canlı bilim ve sanat merkezi hâline getirmiş, önde gelen yazar ve sanatkârları koruyup himaye etmiştir. Tanınmış şairlerden Camî (öl. 1492) ve Ali Şir Nevaî (öl. 1501), minyatürcü Behzad, ünlü tarihçiler Mirhand ve Handmir (öl. 1534), ünlü tezkire yazarı Devletşah (öl. 1495) onun sarayında barınan ve edebiyat tarihlerine Baykara meclisleri olarak geçen meclisin müdavimleri olan şahsiyetlerdir. Bu meclisler, edebiyat tarihinde Herat mektebi veya Herat ekolü denilen tarzın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Moğollar döneminde devam eden İran edebiyatındaki çöküş, Timurlular zamanında (1365-1500) da devam etmiştir. Bu çöküşe, Moğol saldırılarıyla birlikte Türk dilinin revaç bulması, kültür merkezleri ve şiiri koruyup ona destek veren sarayların ortadan kalkması, saraydan uzaklaşan şiirin, halkın ve sıradan insanların eline düşmesi gibi hususlar sebep olmuştur. Bu dönemde Fars nesri, şiirden daha çok rağbet görmüştür. Timur ve Timurlular devrinde meydana getirilen edebî mahsuller için kullanılan Çağatay edebiyatına ait eserlerde de artış görülmüştür. Türk dilinin bu dönemde yaygınlaşması, kimi şairlerin ya Türkçeyi şiir dili olarak kullanmalarına ya da Farsça şiir söylemelerinin yanında, Türkçe şiir söyleme denemelerinde bulunmalarına da sebep olmuştur. Bu dönemde Türkçe şiir söyleyen şairlerin en büyüğü, hiç şüphesiz Sultan Hüseyin Baykara’nın veziri Ali Şir Neva’î (öl. 1501)’dir. Onun dört Divanı, hamsesi dâhil altı mesnevisi ve diğer eserlerinin tümü Türkçedir. Büyük şairler, Türkçe yazmakla kalmamış, Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu hem ilmî araştırmalarıyla hem de yazdıkları edebî eserlerle ispat etmişlerdir. Hatta edebiyatta Türk Rönesansı bu dönemde olmuştur. Bu dönemde gazel ve mesnevi revaç bulmuştur. Mesneviler içerisinde, âşıkane ve arifane olanlar öne çıkmıştır. Mutasavvıf şairlerin çokluğu dikkat çeker. Bunların başında, Herat mektebinin önde gelen şahsiyetlerinden olan ünlü Türk şairi Hilalî-yi Çağatayî (öl. 1528) gelir. Yazdığı hem lirik ve akıcı gazelleri hem de Şâh u Gedâ isimli mesnevisiyle Türk edebiyatını da etkilemiştir. Cami’den sonra devrin en büyük şairi olup Nizamî’nin etkisinin yoğun olarak görüldüğü Mevlana Hatifî (öl. 1521), yazdığı gazelleri ve oluşturduğu hamsesiyle şöhret bulmuştur. Mutasavvıf Türk şairlerden olan Mağribî-yi Tebrizî (öl. 1407), İbn Arabî ekolüne bağlıdır. Buhara’nın büyük ailelerinden birine mensup olup Uluğ Bey’in sarayında itibar gören, aynı zamanda Timurlu Halil Sultan’a ve çocuklarına kasideler yazan İsmet-i Buharî (öl. 1437) de dönemin meşhur şairlerindendir. Timurlular döneminin önde gelen büyük şeyhlerinden ve adıyla anılan tarikatın kurucusu olan Şah Nimetullah Velî (öl. 1431) ve müritlerinden Kasım-ı Envar (öl. 1433) da dönemin meşhur mutasavvıf şairlerindendir. Mektebî-yi Şirazî ise Leylâ ve Mecnûn mesnevisiyle büyük bir şöhret kazanmıştır. Herat mektebinin en önemli isimlerinden olan ve Türk edebiyatını derinden etkileyen Nureddin Abdurrahman Camî (öl. 1492 ), döneminin değil belki tüm zamanların en ünlüsü ve büyük mutasavvıf şairlerin ise sonuncusudur. Sultan Hüseyin Baykara ve onun veziri büyük şair Ali Şir Nevaî’den büyük bir iltifat görmüştür. Ali Şir Nevaî, Camî’yi öven kasideler kaleme almış, O da onun Fanî mahlasıyla yazdığı Farsça gazellerine yine Farsça nazireler yazmıştır. Manzum ve mensur pek çok eseri olan Cami’nin, şüphesiz en önemli eseri “He-evreng” adını verdiği ve yedi mesneviden oluşan hamsesidir. Camî, mesnevilerinde Nizamî’yi örnek almış ve onun Hamsesine, He-evreng adlı yedi mesnevi ile karşılık vermiştir. Hamsesi şu mesnevilerden oluşmaktadır: Tuhfetü’l-ahrâr, Subhatü’l-ebrâr, Yûsuf u Züleyhâ, Leylî vü Mecnûn, Hıred-nâme-i İskender, Silsiletü’z-zeheb ve Salâmân u Absal. Câmî’nin birçok mensur eseri de vardır. Bunlar içerisinde en tanınmışları şunlardır: Bahâristân, Nefehâtü’l-üns, Şevâhidü’n-nübüvve, Levâyih, Levâmi’ ve Fevâidü’z-ziyâiyye fî-Şerhi’l-Kâfiye. Câmî, Türk edebiyatını en çok etkileyen şairlerin başında gelir. Yazdığı eserlerin birçoğu Türk şairler tarafından ya tercüme edilmiş ya da şerh edilmiştir. Klasik şairler, yazdıkları şiirlerde kendilerini “Câmî-i devrân” yani kendi zamanlarının Camî’si olarak gördükleri gibi, Lami’î Çelebi de “Câmî-i Rûm” lakabıyla anılmıştır. Lami’î, adı geçen şairin pek çok eserini Türkçeye tercüme etmiştir. Baykara meclisleri, edebiyat tarihlerinde hangi tarzın ortaya çıkışına sebep olmuştur? Bu meclislerin müdavimleri kimlerdir? Safevîler Dönemi Moğol ve Timurlulardan sonra İran coğrafyasına bir Türk devleti olan Safeviler (1500- 1724) egemen oldular. Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail’dir. Afganlı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar (1724) hüküm süren bu devletin hükümdarları, büyük ilgi duydukları Şiiliği, İran’ın resmi mezhebi yapmışlardır. Şii mezhebinin İran’da rağbet görmesi ve mezhep taassubu, hem bilime hem de edebiyata yansımış ve kısa zaman içerisinde Şii bilim ve edebiyatı büyük gelişme göstermiştir. Özellikle fıkıh ve hadis alanında büyük Şii şahsiyetler yetişmiştir. Ayrıca Handmir (öl. 1534), İskender Bey Münşî gibi ünlü tarihçiler, Sam Mirza ve Emin Ahmed Razî gibi tezkireciler, Ferheng-i Cihângirî yazarı Cemaleddin Hasan, Ferheng-i Surûrî müellifi Kasım-ı Kaşanî, Burhân-ı Kâtı’ adıyla tanınmış ünlü sözlüğün yazarı Halef-i Tebrizî gibi sözlük yazarları bu devirde yaşamıştır. 4 88 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı Safeviler zamanında edebiyat dinî bir hüviyet kazandığı için, övgü şiiri olan kaside içerik değiştirip 12 imam ile Şii büyüklerini öven bir özelliğe bürünmüştür. Ayrıca bu dönem şiirinde, mersiyecilik ve din imamlarının methi büyük ilgi görmüştür. Bir taraan Şiiliğin yayılması için Farsça eserler yazılırken, diğer taraan tasavvufî gazel yazımı terk edilmiştir. Safevi hükümdarlar şairleri, özellikle dinî ve toplumsal şiirler söylemeye davet etmişlerdir. Bu dönemde oluşan baskılardan bunalan şairlerin büyük bir kısmı, İran’ı terk ederek Hindistan’a gitmiş ve orada Babürlü Türk hükümdarlarının sarayına yerleşip Hindistan’ı şiir ve edebiyat merkezi yapmışlardır. İran’dan göç eden şairler, Hindistan’da “sebk-i Hindî” adı verilen yeni bir şiir tarzının doğmasını sağlamıştır. Safevi devrinde yetişmiş ünlü şairler şunlardır: Ehl-i beyt’i öven şiirler söyleyen ve Kerbela şehitlerine mersiyeler yazan Muhteşem-i Kaşanî (öl. 1559), terkib-bendleriyle şöhret bulan Vahşî-yi Bafıkî (öl. 1583) ve Türk şairler üzerinde büyük etki yapan sebk-i Hindî şairlerinden Urfî-yi Şirazî (öl. 1590), Feyzî-i Hindî (öl. 1596), Nazirî-yi Nişaburî (öl. 1612), Talib-i Amulî (öl. 1626), Sa’ib-i Tebrizî (öl. 1669), Kelim-i Kaşanî (öl. 1650), Abdulkadir Bidil (öl. 1720) ve Hazin-i Lahicî (ö. 1766). Kaçarlar Dönemi Afşarlar, İran’ı ellerine geçirdiler, ancak iktidarları uzun sürmemiştir. Afşarların yerine Zendler İran’a hâkim olmuşlardır. Afşar ve Zendlerin İran’daki egemenlikleri 50 yıl sürmüştür. Muhammed Han Kaçar, 1779 yılında İran’da 150 yıl sürecek Kaçarlar dönemini başlatmıştır. Kaçarlar döneminde, yeniden canlanan edebiyatın çehresi değişmiştir. Bu dönemde şair ve yazarlar, Menuçehrî (öl. 1040), Unsurî (ö. 1039), Ferruhî (ö. 1037), Muizzî (ö. 1126) ve Hakanî (ö. 1198) gibi eski şairlerin yolundan giderek “bâzgeşt-i edebî/ edebî geri dönüş” adıyla anılan yeni bir tarz geliştirdiler. Hint üslubunu terk eden şair ve yazarlar, nazım ve nesirde Moğollardan önceki şair ve yazarların üslubuna döndüler. Isfahan’da başlayan bu hareket, kısa sürede gelişti. Üslubun ilk temsilcileri Hatif-i Isfahanî (öl. 1784) ve Âzer-i Bigdilî (öl. 1781)’dir. Ka’anî-yi Şirazî (öl. 1853) bu dönemin ve üslubun en tanınmış şairidir. Ayrıca Micmer-i Isfahanî (öl. 1810), Neşat-ı Isfahanî (öl. 1828) ve Visal-i Şirazî (öl. 1845) dönemin ünlü şairlerindendir. Meşrutiyet Dönemi İran’da 1906 yılında gerçekleşen meşrutiyet devrimi, edebiyat üzerinde derin bir etki yaparak siyasî yaşamı şiire girdirmiş ve Batı edebiyatına yönelimi başlatmıştır. Daha önce görülmeyen hak, hukuk, kardeşlik, eşitlik, adalet, hürriyet gibi kavramlar şiirde yer almaya başlamıştır. İrec Mirza, Ârif Kazvinî, Pervin İ’tisamî ve Meliküşşuara Bahar, dönemin önde gelen şairleridir. Bu dönem, 1979 yılında gerçekleştirilen “İran-İslam Devrimi”ne kadar devam etmiştir. İran/Fars Edebiyatında Üsluplar İslam sonrası Fars edebiyatında ortaya çıkan üsluplar ve bunların en önemlileri şunlardır:
Türkistan Üslubu (Sebk-i Türkistanî):
Horasan üslubu (sebk-i Horasanî) olarak da isimlendirilen bu üslup, Yeni Fars şiirinin kuruluşu olan IX. yüzyılda başlar ve XII. yüzyılın başlarına kadar devam eder. Bu üslubun en önemli yönü sade, basit ve anlaşılır olması, Arapça terkip ve kelimelerin şiirde yok denecek kadar az kullanılmasıdır. Şiirlerde övgü öne çıktığı için kaside nazım şekli oldukça rağbet görmüştür. Yazılan şiirlerde yaşama sevinci önemli bir konuma sahip olduğundan dolayı şiirde ümitsizlik ve üzüntü yer almaz. Tasvir, şiirde önem kazanmış, tasvirin realist ve doğal olmasına dikkat edilmiştir. Ehl-i beyt: Hz. Peygamber’in yakın akrabası. Yapılan teşbihler, somut olduğundan dolayı oldukça gerçekçidir. Rudekî (öl. 941), Şehid-i Belhî (öl. 936), Dakikî (öl. 980), Firdevsî (öl. 1030), Unsurî (öl. 1030), Ferruhî (öl. 1038), Fahreddin-i Gurganî (öl. 1073), Sena’î (öl. 1150) ve Katran-ı Tebrizî (öl. 1072) bu üslubun temsilci şairlerindendir.
Irak Üslubu:
XII. yüzyılda başlayıp XV. yüzyılın sonuna kadar devam eden bu üsluba mensup şairler, Arap edebiyatından fazla etkilendikleri için Arap şiirinde kullanılan mazmunlar Fars şiirinde de görülmeye başlamıştır. Tasavvufun etkisiyle tasavvufî duygu ve düşünceler şiire girmiş ve anlaşılması zor, sanatlı ve aşırı mübalağalı kasideler yazılmıştır. Gazel öne çıkarak büyük bir ilerleme göstermiş, özellikle âşıkane ve tasavvufî gazeller rağbet görmüştür. Çeşitli bilim dallarına ait terim ve kavramlar şiirde yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Sebk-i Selçukî (Selçuklu üslubu) de denilen bu üslubun en önemli ekolü, Sa’dî-yi Şirazî (öl. 1291) ile Hafız-ı Şirazî (öl. 1389)’nin oluşturduğu Şiraz ekolüdür. Esiruddin-i Ahsigetî (öl. 1211), Cemalüddin-i Isfahanî (öl. 1192), Kemalüddin-i Isfahanî (öl. 1237), Attar (öl. 1221), Mevlana (öl. 1273), Fahrruddin-i Irakî (öl. 1289), Hümamî-yi Tebrizî (öl. 1314), Evhadî-yi Meragî (öl. 1337), Selman-ı Savecî (1376) ve Molla Camî (öl. 1492) bu üslubun önemli temsilcilerindendir. Azerbaycan Üslubu: Irak üslubunun devam ettiği XII. yüzyılda, İran’ın batısında belli bir bölgede yetişen şairler, yaşadıkları coğrafyaya has bir dil ve üslupla şiirler yazmışlardır. Oluşan bu üslup, Azerbaycan üslubu adıyla anılmaktadır. Bu bölge, Horasan mıntıkasından uzak olduğu için Derî lehçesi yerine Azerî lehçesi geçerli olmuştur. Bundan dolayı bu dönem şiirinde Arapça kelime ve terkipler fazla yer almıştır. Yeni mazmun ve manalar ortaya konulmuş, narin ve nazik fikirlere yer verilmiştir. Hakanî (öl. 1198) ve Nizamî (öl. 1207), bu üslubun en büyük temsilcilerindendir. Hint Üslubu: Safeviler döneminde İran ve daha çok Hindistan’da şiir söyleyen şairlerin oluşturduğu şiir üslubudur. XVI. yüzyılda başlayıp XVIII. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bu üslup, Babürlü Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında şiir söyleyen şairler tarafından geliştirilmiştir. Şiirde, ince manalar, karmaşık hayaller, yeni, orijinal ve giri mazmunlar kullanılmış, alışılmamış benzetmelere yer verilmiştir. Bunun sonucunda mana, söze karşı üstün tutulmuş, muhayyile ön plana çıkmış, şiir karmaşık bir hal almıştır. Karamsar bir felsefe terennüm edilmiş, şiirde, aşırı mübalağa, kinaye, istiare, irsal-i mesel sanatları çok kullanılmış ve geliştirilmiştir. Urfî-yi Şirazî (öl. 1590), Feyzî-yi Hindî (öl. 1596), Talib-i Âmulî (öl. 1526), Kelim-i Kaşanî (öl. 1650), Zulalî-yi Hansarî (öl. 1615) ve Sa’ib-i Tebrizî (ö. 1669) bu üslubun önde gelen temsilcileridir. Edebî Geri Dönüş Üslubu: Fars edebiyatı tarihlerinde “Bâzgeşt-i edebî” olarak adlandırılan bu üslup, şiirin karmaşık çağrışımlara büründüğü Hind üslubuna muhalefet olarak ortaya çıkmıştır. Bu üslupta, Hind üslubu terk edilerek Moğollardan önceki şair ve yazarların üslubuna yönelinmiş ve onların tarzı takip edilmiştir. Hatifî-yi Isfahanî (öl. 1784), Âzer-i Bigdil (öl. 1780), Ka’anî-yi Şirazî (öl. 1836) ve Sabah-ı Kaşanî (öl. 1893) Isfahan’da başlayan bu üslubun önemli temsilcileridir. Fars Edebiyatında Nesir İslam öncesi Fars edebiyatında manzum eserlerin yanında mensur eserlerin de varlığı bilinmektedir. Mensur eserlerin bir kısmı dinî olup Avesta’nın şerh ve tefsirleriyle, Mani dininin öğretileriyle, bir kısmı da tarih, astronomi, tıp, siyaset gibi bilimlerle ilgilidir. Bu devrede, hitabet, ahlakî hikâyeler gibi edebî mensur eserler de vardır. Bunların büyük bir kısmı Arapçaya çevrilmiştir. Kelîle ve Dimne gibi Hintçeden Pehleviceye tercüme edilen kitaplar da vardır. 90 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı İslamiyet sonrası Fars nesrinin ilk ilerleme dönemi, Samaniler (874-1005) devridir. Bu dönemde Kur’an tefsirleri, kelam, kahramanlık destanları, tıp, matematik, coğrafya, özellikle tarih kitapları gibi çeşitli bilimlerle ilgili bazı mensur eserler yazılmıştır. Farsça nesrin konularındaki bu çeşitlilik, Samaniler dönemindeki Fars diline duyulan ilginin bir sonucudur. Bu eserler, tasannudan uzak olup son derece sade, basit ve anlaşılır bir dille yazılmıştır. Gazneliler dönemi (963-1186)nde şiire paralel olarak nesir de gelişip olgunluğa ulaşmıştır. Dönemin başlarında Arapça kelime ve terkipler oldukça azken, daha sonraları kullanım oranları artmıştır. Bazı konular işlenirken yeri geldikçe ayet ve hadis iktibaslarına başvurulmuş, ifadeler anlaşılır bir biçimde kullanılmıştır. Önceleri kısa cümleler kurulurken, daha sonra uzatılmıştır. Cümlelerde lafız ile anlam arasında uyum gözetilmiş, nesri süslemek için şiirden de yararlanılmıştır. Târîh-i Beyhakî ve Kelîle ve Dimne bunun en güzel örneğidir. Selçuklular dönemi nesri, Samaniler ve Gazneliler devrinin bir devamı gibidir. Arapça kelime ve terkiplerin kullanımında artış olmuş ve konuyu tanımlamak için Arapça cümleler kullanılmıştır. Önceki dönemlerde oldukça kısa olan konu ve cümleler de uzatılmıştır. Ancak cümlelerin uzunluğuna rağmen manada zorlanma görülmez. Sade ve süslü nesir örneklerinde hem konu çeşitliliği hem de eser sayısı artmıştır. Esrâru’t-tevhîd, Tezkiretü’levliyâ, Târîh-i Beyhakî, Kâbûs-nâme, Kelîle ve Dimne, Çehâr-makâle bu dönemde yazılan mensur eserlerden bazılarıdır. Moğollar dönemi (1218-1369) nesri, Selçuklu dönemi nesrinin devamıdır. Bu dönem, bir önceki dönemde olduğu gibi sade ve sanatlı iki nesir türünü de barındırmaktadır. Reşidüddin Fazlullah (öl. 1318)’ın Câmi’u’t-tevârîh adlı tarih kitabı sade ve akıcı nesrin, Muhammed Avfî (öl. 1232)’nin ünlü tezkiresi Lübâbu’l-elbâb ise sanatlı nesrin güzel örneklerindendir. Her iki üslubun bir arada kullanıldığı da görülmüştür. Şems-i kays-i Razî’nin el-Mu’cem fî-Me’âyîr-i Eş’âri’l-Acem adlı esrinin “mukaddime” kısmında sanatlı, mukaddime dışındaki kısımlarında ise sade bir üslup kullanılmıştır. Bu dönem mensur eserlerinde Farsça ve Arapça şiirler, Arapça güzel sözler, ayet ve hadisler ve bilimsel kavramlardan oldukça fazla yararlanılmıştır. Ata Melik Cüveynî (öl. 1282)’nin meşhur Târîh-i Cihângüşâ’sı bu tür yazılmış eserlerin başında gelir. Sa’dî-yi Şirazî (öl. 1292) de Gülistân’ında ifrata kaçmadan Arapça kelime, cümle, darbımesel yanında ayet iktibaslarını da kullanarak, kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir. Moğollar döneminde en tanınmış mensur eserler, tarih yazıcılığında ortaya çıkmıştır. Bu eserler, genel tarih, bir şehre veya bir bölgeye ait özel tarihler ile bir sülaleye ait tarihler olarak üç şekilde görülmektedir. Bu mensur eserlerinde Moğolca ve Türkçe kelimeler bol miktarda yer almıştır. Timurlular devrinde (1369-1500) Fars nesri, şiirden daha çok rağbet görmüştür. Nesirde üslup sade ve oldukça akıcıdır. Önceki dönemlere göre sanatlı eserler oldukça azdır. Görülenler ise, eserlerin mukaddimeleri ve bölüm başlarında yer almıştır. Emir, yönetici ve ileri gelen kişilerin isminin zikredildiği konularda veya geçtiği yerlerde, anlaşılması zor kelimeler kullanılmıştır. Lakap ve unvanlar fazla kullanıldığından, anlatılan konudan yer yer uzaklaşmalar, anlatımda sözün zayıadığı yerlerde zevksiz seciler görülmüştür. Bu dönem nesrinde Türkçe kelimelerin etkisi, gözle görülür bir noktaya ulaşmıştır. Hatta dönemin sonlarına doğru Türkçe yazılmış kitaplar ortaya çıkmıştır. Bunda Herat mektebi etkili olmuştur. Mecâlisü’n-nefâ’is, Muhâkemetü’l-lügateyn, Mahbûbu’l-kulûb ve Bâbür-nâme bunların başında gelir. Tarih yazıcılığı yanında bilimsel konular ağırlıklı olarak işlenmiştir. Nizam-i Şamî’nin Zafer-nâme’si, Hafız Ebru’nun Zübdedü’t-tevârîh’i, Camî’nin Bahâristân 4. Ünite - Arap ve Fars Edebiyatları 91 ve Nefahâtü’l-üns’ü, Mirhand’ın Ravzâtü’s-safâ’sı, Hüseyin Baykara’nın Mecâlisü’l-uşşâk’ı, Hüseyin Vaiz Kaşifî’nin Ravzatü’ş-şühedâ’sı, Devletşah’ın Tezkiretü’ş-şuarâ’sı bu dönem yazılan mensur eserlerden bazılarıdır. Safeviler Dönemi (1502-1736)’nde nesir zayıamıştır. Yazılan eserler, edebî ölçülere, fesahat ve belagat kurallarına özen gösterilmediği için başarılı değildir. Çeşitli tarihî eserler kaleme alınmış, tezkire yazma geleneği de devam etmiştir. İhtiyaçtan doğan Farsça dilbilgisi yazıcılığı büyük rağbet görmüştür. Bazı dinî ve bilimsel eserler de yazılmıştır. Handmir’in Habîbü’s-siyer’i, I. Şah Tahmasb’ın Tezkire-yi Şâh Tahmasb-ı Safevî’si, Emin Ahmed-i Razî’nin Tezkire-yi He-iklîm’i, Ali Rıza Kulihan’ın Riyâzü’ş-şuarâ’sı, İskender Big’in Âlem-ârây-ı Abbâsî’si, İdris-i Bitlisî’nin Heşt Bihişt’i bu dönemin mensur eserlerindendir. Safevilerden sonra değişen Fars nesri, Afşarlar, Zendler ve Kaçarlar dönemlerinde iyice zayıamış, Kaçarlar döneminde ise eski nesir üsluplarına dönülmüştür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder